Tüm Türkiye'yi bir anda şoka sokan Ak Parti hakkındaki kaptma davasına bir çok kesimden tepki gelmeye devam ediyor.Peki köşe yazarları bu işe ne diyor?
ZAMAN
Demokrasiye darbe/MUSTAFA ÜNAL
Kapatma davası Ankara'yı şoka soktu. Böyle bir dosyanın varlığı biliniyordu. Hem gazeteciler hem de AK Parti haberdardı. Bir gün işleme konulacağına inanmak çok güçtü. Seçimlerden önce, bir ara başsavcının harekete geçeceği kulislere yansıdı. Ancak olaylar farklı gelişti. İyi hatırlıyorum, AK Parti'nin cumhurbaşkanlığı süreci tamamlanmadan aldığı erken seçim kararını, kimi senaryoları boşa çıkaran bir manevra biçiminde yorumlayanlar oldu. Son dönemdeyse, olayların şu an mahkemede görüşülen anayasa değişikliğinin akıbetine göre şekilleneceğini öne sürenler vardı. Başsavcı, Anayasa Mahkemesi'nin kararını beklemedi.
Bu, AK Parti'yi aşan bir dava. Öteki partilerin duruşu önemli. CHP henüz birinci ağızdan konuşmadı, sözcüleri şimdilik ama'larla yetiniyor. MHP ise kapatmaya şiddetle karşı. Ayrıca yapıcı önerisi de var. Mutlaka değerlendirilecektir. İktidarıyla muhalefetiyle siyasetin duruşu, gelişmenin seyrini belirleyecek. Her şeye rağmen Türk demokrasisi kaosa fırsat vermeden bu kritik süreci aşacak dinamizme sahip.
Ergenekon'dan çıkış/MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE
Ergenekon, emekli askerlerin kurduğu bir çetenin adı değil. Ergenekon, devlet içinde fiilen sahip olunan ve fiilen yürütülen karanlık bir iktidarın alanı. Ergenekon, kendilerini devletin sahipleri ve koruyucuları olarak ilan edenlerin ideolojisi. Sahip oldukları ayrıcalıkları, üstlendikleri sorumlulukla temellendiren bir demirciler ve kurtlar koalisyonu.Bir demirci, kocaman körükleri yerleştirmiş, ateşi yakmış, dağın bir tarafını eritmekle meşgul. Kurtlar pusuda bekliyor. "Devletin sahipleri" kendileri için bir çıkış yolu arıyor. Toplum, geçmişte ağır bedeller ödediği karanlık bir maceraya, Ergenekoncular tarafından sürükleniyor.
Başsavcının iddianamesi, karanlık çağlardan fırlayan bir hayalet gibi önümüzde duruyor.
Birileri Ergenekon'dan çıkmaya çalışıyor. Bize de efsaneleri ciddiye almak düşüyor.
HAMDULLAH ÖZTÜRK/İKİ TÜRKİYE
Parti kapatmak insanları soğutmuş mu?
Hayır.
MNP kapatılmış MSP doğmuş. MSP iktidar ortağı olmuş. MSP kapatılmış RP doğmuş. RP, iktidarın büyük ortağı olmuş. RP'nin üzerine 28 Şubat'la gidilmiş ve sonunda RP de kapatılmış. Bu sefer SP ve AKP doğmuş.
Ve AKP, iki dönemdir tek başına iktidar. İktidarın tüm yıpratıcılığına rağmen oylarını artırmaya devam ediyor. Muhaliflerin ağzından söylenecek olursa "AKP daha on yıl orada. Siyasî proje yapmaya gerek yok."
İşte böyle bir algının üzerine kapatma davası geliyor.
Böyle bir dava ne işe yarar?
Millî Türkiye yoluna devam ediyor. Davaların da hayatın gerçeklerinden olduğunu bilerek...
MİLLİYET
Parti kapatmada dikkat çeken iki çizgi/FİKRET BİLA
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davayla ilgili tartışmalar sürüyor.
Dava açtı diye Başsavcı Yalçınkaya’yı hedef tahtasına oturtmak, ekonomik ve siyasi istikrarı bozmak ve bunun vebalini taşımak gibi hukuk dışındaki alanlar üzerinden tehdit etmek doğru bir tavır değil. Başsavcı, Anayasa’dan aldığı bir yetkiyi kullanıyor. Siyasi partileri izlemek, uyarmak ve gerektiğinde dava açmak onun görevi. Ama kararı verecek olan Başsavcı değil, Anayasa Mahkemesi.
Başbakan Erdoğan’ın Siirt konuşması dahil iki gündür verilen tepkiler siyasi nitelikte. Hukuki tepki, AKP’nin yüksek mahkemeye vereceği savunmayla ortaya çıkacak. Anayasa Mahkemesi, bu savunmayı da inceledikten sonra Başsavcı’nın iddialarının yerinde olup olmadığına karar verecek.
Bugün hakkında kapatılma davası açılmış iki parti var: AKP ve DTP.
AKP birinci çizgiye, DTP ise ikinci çizgiye yakın kadrolar tarafından kuruldu.
Ancak, AKP’nin kuruluşunda, soyağacında yer alan partilerden farklı bir çizgi izleyeceği, dinci bir parti olmayacağı, din üzerinden siyaset yapmayacağı, reel-politiğe uygun davranacağı, AB değerlerini esas alacağı, demokratik-laik rejime içtenlikle bağlı olacağı vurgulanmıştı.
Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar ne olursa olsun, AKP yönetiminin de özellikle tedirginlik yaratan uygulama ve söylemini gözden geçirmesinde fayda olacaktır.
Parti kapama!MELİH AŞIK
Parti kapatmak sevimsiz, ama demokrasilerde olmayan bir kurum değil...
Almanya’da Komünist Partisi 1956 yılında “Partinin amaçları demokratik düzene zarar verecek nitelikte bulunduğu” gerekçesiyle kapatıldı... Bu dava sonraki kapatmalara örnek oldu. İspanya’da ETA’nın siyasi kolu olan Batasuna partileri 8 kez kapatıldı...
Madem partilerin faaliyetini kurallara bağlıyorsunuz, kuralların bozulmasına karşı da önlem alacaksınız... Anayasa 68. madde 4. fıkra diyor ki:
“Siyasî partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz...”
Olursa ne olur? Anayasa 69. madde: “Temelli kapatma kararı verilir.”
Anayasa Mahkemesi, kapatma yerine ilgili siyasî partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına da karar verebilir.
Eğer parti kapatmayı demokrasi dışı buluyorsanız 68. maddeyi Anayasa’dan çıkarırsınız.
BUGÜN
İktidar olabilirsin ama muktedir olamazsın diyorlar/Can AKSIN
Yüce Atatürk'ün, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözüne, askeri darbeler sonucu, "Türk Milleti egemenliğini yetkili organları eliyle kullanır" sözü eklenince, durum zaman zaman, bugün olduğu gibi, çığrından çıkıyor.
Bu ihtilal meşruiyetini kaybetmiş bir hükümete karşı yapılmıştır" diyenlerin benzerleri, bugün de sahneye çıktılar. Dün, "İktidarı, ordu, kaza ve ilim müesseseleri ile paylaşmayan hükümet, meşruiyetini kaybeder" diyenler, bu düşüncelerini sağlama almak için, askeri darbeden sonra hazırladıkları 1961 Anayasası'na, daha sonra, "Türk halkının oyları ile iktidara gelmiş meşru iktidarı" deviren 12 Eylül askeri darbesinden sonra kabul edilen 1982 Anayasası'nda, Türk halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne devrettiği egemenlik hakkı, "yetkili organlar" olarak, başkalarının da paylaşımına sunuldu.
Şimdi o çevreler, 6 yıldır da Türkiye'de "tek başına iktidarda" olan bir partinin kapatılmasını istiyorlar. Neden? Onlara göre, 8 yaşındaki Ak Parti "laikliğe aykırı fiillerin odağı" haline geldi. Ne diyebiliriz ki? Anayasa, Yargıtay Başsavcısı'na böyle bir dava açma yetkisi vermiş. Başsavcı da, kendisine göre, "laikliğe aykırı fiillerin odağı" haline gelen bu partiyi kapatmak için Anayasa Mahkemesi'ne baş vuruyor.
Böyle bir "garabet" dünyada görülmemiştir. Bu çevrelerin daha önce ortaya attığı, "367 şartı" da ne kadar anlamsız ise, bu, "laikliğe aykırı fiillerin odağı" haline gelmek de o kadar anlamsız olacak. "Meclis'in oturuma başlayabilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunması şarttır" diyenler, en büyük dersi 22 Temmuz seçimlerinde aldılar. O günlerde, "Meclis'in oturuma başlayabilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunması şarttır" diyenler, var ya, işte onlar, istemeden de olsalar, Ak Parti'ye ve Recep Tayyip Erdoğan'a "en büyük desteği" veriyorlar. Çünkü, bu partiye, yeni bir "dayatmada" bulunuyorlar.
Bu parti, bu çeşit "dayatmalardan" daima "kârlı" çıkmış bir partidir. Bu kez de öyle olacak" diye yazmıştım. Ak Parti, 22 Temmuz seçimlerinden büyük bir zaferle çıktı ve yüzde 47'ye yakın oyla, seçimlerin galibi olarak "tek başına iktidara" geldi. Şimdi önümüzde "yerel seçimler" var. Yerel seçimleri de Ak Parti'nin açık farkla kazanması, yüzde 50'lerin üzerinde oy almasının yolu, bu davanın açılması ile de sonuna kadar açılmıştır. Şurası açık ki, Anayasa'da yer alan "yargı erki" iktidara ortak olma konusunda ısrarlı.
Dünya ekonomik krizi yaklaşırken, Türkiye'yi güvensizlik ve belirsizlik ortamına sürükleyen bu karar, ekonomik istikrarı bozacak ve bir sürü yeni sıkıntılara sebep olarak, Türkiye'ye ve Türkiye'nin imajına çok ağır bir darbe vurarak, "Türkiye'nin demokratik saygınlığına" gölge düşürecektir.
Yargı yoluyla darbe teşebbüsü (ama pek naif bir teşebbüs)/Gülay GÖKTÜRK
Doğrusunu isterseniz Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın son "operasyonu" beni ne heyecanlandırdı, ne de telaşlandırdı.
Bu o kadar umutsuz bir çıkış, o kadar açık bir çaresizlik ifadesi ki seyretmek insana sadece üzüntü veriyor. Haber duyulduğu andan itibaren yapılan açıklamalarda, bu teşebbüsün demokrasimiz ve siyasi hayatımız açısından anlamı konusunda söylenecek herşey söylendi galiba. Ben sadece, yaşadığımız bu olayın, demokrasi tarihimizde naif bir "yargı yoluyla darbe teşebbüsü" olarak anılacağını söyleyerek geçeyim. Bunun dışında bazıları özellikle Türkiye'nin bozulan imajına dikkat çektiler.
Bazıları da haberin ekonomi üzerinde yapması muhtemel tahribata üzüldüler. Bence imajımız için üzülecek bir şey yok. Dünya artık o kadar saydam ve herkes birbirini o kadar yakından izliyor ki; hiç kimse de Türkiye'ye, Türkiye'nin kurumlarına ve toplumuna homojen bir bütün olarak bakmıyor; iç çelişkilerini, iç mücadelelerini yakından biliyor.
Dolayısıyla hiç kimse bir başsavcının garip teşebbüsünü "Türkiye'nin demokrasi seviyesinin göstergesi" olarak algılamayacak; olsa olsa ülkenin yaşadığı büyük transformasyona ters düştüğü için iyice arkaikleşen küçük bir kesimin düzeyi konusunda zaten sahip olduğu fikir pekişecektir. İddianamenin ekonomik etkilerine gelince... Ben o konuda da pek karamsar değilim. Çünkü bu "piyasalar" denen şeyin en azından benim kadar aklı olduğunu sanıyorum. Ehh, ben bu girişimin sonuçsuz kalacağını görüyorsam, koca koca şirketler, koca koca şirketleri çekip çeviren yöneticiler, analistler görmez mi? Bence görecek...
Ve pazartesi sabahı bir bakmışsınız ne borsa bana mısın demiş sayın Başsavcının iddianamesine; ne de dolar... Fiyakalı değişiyle, "piyasalar satın almamış"; ekonominin kılı kıpırdamamış... Herhalde bir hukukçunun düşebileceği en acıklı durumdur bu. Düşünün ki, bir iddianame yazmışsınız; kimse ciddiye almamış.
Kendini devletin maaşlı memuru olarak gören, temel misyonunu da "devletin çıkarlarını korumak" sanan; ürkek, içtihat oluşturmakla cesaretsiz, dünyayı izlemekte ve çağını anlamakta yetersiz, hala kapıkulu geleneğinin etkisi altında bir yargıçlar sınıfı ile, hukuk reformu yapmak deveye hendek atlatmaktan zor. Türkiye'nin bu konudaki zaafı o kadar belirgin ki, taa dışardan, yabancılar tarafından bile görülüyor. Bakın, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk ne demiş:
"Şok içerisindeyim. Böyle bir davayı ciddiye almakta zorlanıyorum. Bir hakim nasıl böyle bir sonuca ulaşabilir, anlayabilmiş değilim. Bu 21. yüzyıla uyum sağlayamayan eski bir zihniyeti temsil ediyor. Türkiye'nin acilen yeni bir hakimler, savcılar, hukukçular nesline ihtiyacı var."
VATAN
Devlet, hükümete “yeter” dedi!/YİĞİT BULUT
Son dönemde hükümet eden siyasi partinin “artan kendine güveni” ve “biz her şeyi yaparız, nasıl olsa ses çıkaran yok” tavrı, dün akşam itibarıyla devletin çarklarından sadece birinin attığı bir adımla son bulmuş oldu; Devlet, hükümete “yeter, yol bitti” dedi...
Diyeceksiniz ki; davanın sonucu belli değil, nasıl son buldu!
Sevgili dostlar, şu aşamada atılan adım en az sonuç kadar “dikkate değer”... Önemli olan “biz her şeyiz” mantığı içindekilere “yeter, burada sizlerden başka birileri daha var, buranın kuralları, gelenekleri, sahipleri var” mesajını vermek ve “yeter” demek!
Sevgili dostlar, burada aklınıza başka bir soru gelebilir; milletin verdiği yüzde 47 önemli değil mi? Bu oylar “AKP’yi sahip” yapmaz mı?
Yapmaz... Yapılan oylamayla ortaya çıkan iktidarlar “pilot” seçimi gibidir. Uçağın “yapısı, rotası, gideceği yer, geldiği yer, doğa ile uyum içinde nasıl uçtuğu” gibi ana dinamikler bellidir, her şey hazır olan uçağa sadece pilot seçilir ve “pilot” kendi takdirine göre “bir uçuş” stili benimser. Verilen yüzde 47 oy (bir detay daha düşelim; yüzde 53 AKP’ye oy vermemiş yani uçağın çoğunluğu “pilotaj yapılmasına” bile karşı) pilotların kim olacağına işaret eder ve ne kadar yüksek oran ile seçilmiş olursa olsun, pilot kardeşlere “uçağın orası burası ile oynama” hakkı vermez.
Haddinizi bilin!/MUSTAFA MUTLU
Yeni anayasa taslağının mimarı Prof. Dr. Ergun Özbudun böyle bir ortamda canlı yayınlara bağlanmaya ve “değerli” görüşlerini kamuoyuyla paylaşmaya başladı!
Ama bir “hukukçu” ya da “akademisyen” edasıyla değil; yüreğini AKP’ye emanet etmiş bir sempatizan tavrıyla...
Dava gerekçesini öğrenmeye bile gerek duymadan, “Yüzde 50’ye yakın oy almış bir partiyi kapatmanın izahı olamaz” diye racon kesti!
Hem de daha birkaç yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen Refah’ın kapatılmasıyla ilgili davada bu sözlerin tam tersini söylediği halde!
Bir hukuk hocasının, hukuku böylesine ayaklar altına alabilmesini tüm varlığımla kınıyorum!
Ergun Hoca iyi ki hakim değil... Yoksa bu mantıkla yapacağı yargılamanın kriterleri belli:
Zenginsen, güçlüysen cinayet bile işlesen yargılanamazsın...
Ama yoksulsan, güçsüzsen; vay haline!
Bir hukuki sürece tek saldırı bununla kalsa yine iyi... Özbudun telefonu kapattı, spiker bu kez Cumhurbaşkanı Gül’ün kapatma davasıyla ilgili demecini okumaya başladı... Senegal’de olmasına rağmen bir saat içinde laf yetiştirmeyi başarmıştı Cumhurbaşkanı:
“Açılan davanın tarafı” olduğunu ve sadece bu yüzden bile konuşmaması gerektiğini unutarak, yargı organlarını açıkça tehdit ediyordu:
“Meclis’te bu kadar çoğunluğu olan bir iktidar partisiyle ilgili yapılan bu taleplerin Türkiye’ye ne kazandıracağı, ne kaybettireceği iyi düşünülmeli!”
Bu sözler hukukun üstünlüğü ilkesine ihanetti... Yargı sürecine müdahaleydi... Dolayısıyla suçtu!
Linç/REHA MUHTAR
Hayatımın kararlarını vicdanımın sesine göre verdim...
Ben kimseye o kişiye gıcık kaptığım ya da bir çıkara hizmet edeceğini düşündüğüm için karşı çıkmadım, muhalefet etmedim...
En ağır eleştirileri yaparken, en damar konularda itirazımı söylerken, hiç çekinmedim, korkmadım...
Çünkü demokrasiye inanıyordum, demokratik rejimde uyarı hakkımı yaptığımı düşünüyordum, kimseye gıcık olduğum için eleştirmediğimden bu eleştirilerin demokrasiyi güçlendirdiğine inanıyordum...
Açık söyleyeyim dün gördüklerimden sonra ben “Türkiye’deki durumdan ürkmeye” başladım...
Dün kapatma davasına gösterilen tepkilerden ürktüm...
Tepkinin kendisinden değil, tepkinin antidemokratik niteliğinden ürktüm...
Bir iktidar partisi elbette hakkında kapatma davası açan Yargıtay Başsavcısı’nın tamamen zıddını düşünebilir...
Böyle düşünmesi doğaldır..
Böyle düşünmek hakkıdır...
Medyanın iktidarı destekleyen bölümü, Yargıtay Başsavcısı’yla aynı düşünmeyebilir...
Doğaldır, karşı çıkmak onun da hakkıdır...
Ama bir ülkede ulusal medyanın bir bölümü Yargıtay Başsavcısı’nı hedef alarak, “Meclis’i de kapatın!!!...” diye gözdağı veremez...
Demokrasi ve hukuk devletinde bir kanun adamı bu kadar terörize edilerek, yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığı bu kadar ayaklar altına alınamaz..
Bu kadar faşizan bir düşünce olamaz...
Bu kadar farklı görüşleri ve yargıyı baskı altına alan faşist ve gestapovari bir yöntem olamaz...
Ne demek “Meclis’i de kapatın?..”
Kime söylüyorsunuz bunu?..
Düşmana mı?..
Ne demek “milli iradeninin önündeki engel?”..
Milli iradeyle kapatma davasının ne ilgisi var?..
Bu kadar ucube bir demokrasi anlayışıyla bu ülke nasıl demokratlaşacak?..
Yargıtay Başsavcısı bu ülkede üst düzey bir hukuk adamı...
Görüşlerini paylaşmayabilirsiniz ama hukuki görevini yaptığını düşünen bir başsavcıya ne hakla ve hangi saikle böyle saldırabiliyorsunuz?..
Garabet mi, hukuk mu?/RUHAT MENGİ
Biz bu filmi görmüştük ama işte olaylardan ders almayan toplumlar aynı filmleri tekrar tekrar izlemek zorunda kalıyor.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP için açtığı kapatma davası bir anda ülke gündemini bu olaya kilitledi.
Başbakan Erdoğan da dün Siirt’te yaptığı konuşmada görüşlerini açıkladı ve “Meydan okuma yolunu seçmeyecektir” diyenlerin aksine meydan okudu.
Davanın AKP’ye değil milli iradeye karşı atılmış bir adım olduğunu...
Bu garabeti yaşatanların bunun utancını da yaşayacağını...
Yargı kurumunun millet adına yetki kullanamayacağını...
“Demokrasi dışı yöntemlere” prim vermeyeceklerini...
Hayalini kurdukları yarınların 3 altın anahtarının; umut, birbirimize bağlılık ve istikrar olduğunu...
Medeniyet yolunda tökezlemelerini isteyenlerin bu birliği, umudu ve istikrarı bozmayı başaramayacağını...
Ülkenin rotasının tekrar karanlığa çevrilmesine izin vermeyeceklerini söyledi (daha doğrusu iki yanında yer alan şeffaf ‘prompter’lardan okudu.)
“Birbirimize kenetlenmemiz, gönül kırıklıklarını gidermemiz gereken günlerdeyiz” dedi.
Seçimi yüzde 45.6 oyla kazanmış olmak (ki bu yüzde 60 da olsa fark etmez) yani “milli iradenin” bir partiyi yönetime getirmiş olması o partiye her istediğini söyleme ve yapma hakkını verir mi?
Uzaylılar!/GÜNGÖR MENGİ
Başbakan Erdoğan’ın düşeceği en büyük yanlış “hem suçlu hem güçlü” rolüne soyunmaktır.
Herkes dün Siirt’ten gelecek sese toplamıştı dikkatini.
Başbakan partisi hakkındaki kapatma davasına karşı duruşunu belli edecekti.
Yakın ve orta gelecekle ilgili beklentiler onun vereceği işaretler üstüne kurulacaktı.
Yazık ki Başbakan partinin daha önce konuşan öteki sözcülerinden daha sağduyulu şeyler söylemedi.
O da “Bu kadar oy almış bir parti kapatılamaz. Hatta hakkında dava bile açılamaz” demeye getiren hukuk dışı savlarla bağırdı, çağırdı.
Bu tür bir savunma, Tayyip Erdoğan’ın hatırlamaktan hicap duyması gereken “Tutturmuşlar bir laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Millet istemedikten sonra tabii elden gidecek yahu” sözünün başka bir ifade ile güncelleştirilip sahiplenilmesi değil mi?
Bir hukuk devletinde oyların yüzde 99’unu alan iktidar partileri de Anayasa’ya saygılı olmak zorundadır. Kimse görevini yapan bir savcıya had bildirme cüreti gösteremez.
Başbakanın savcıya “Benim arkamda 16 milyon 500 bin oy var; bana dokunamazsın” demesi ile suç işleyen bir zenginin “Benim çok param var, bana dokunamazsın” demesi arasında ne fark var, söyler misiniz?
Yeni rota belirlemek...
Hiç kimse aksini iddia edemez, AKP halkın önemli bir kesiminin gözünde “Türkiye irtica karanlığına yuvarlanıyor” korkusunun odağı olmuştur.
Bölücülük iddiasıyla DTP hakkında hukuk devletinin aldığı tedbir, irtica tehdidi yarattığı şüphelerini davet eden söz ve eylemleri nedeniyle AKP hakkında da alınmıştır.
Şimdi AKP yargılama sürecini bu suçlamalardan kendisini arındıracak çabalar için değerlendirmelidir.
Yoksa yargıya karşı naralar ve tehditler savurmak değil...
Olay şu: Rejime yönelmiş bir tehdit algılaması karşısında sistem kendini savunmak üzere harekete geçmiştir.
YENİŞAFAK
Türkiye, Taş Devri'ne döndürülemez: Eski hal, muhaldir!/Tamer Korkmaz
Sezer'in giderayak atadığı Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, yüzde 47 oyla iktidara gelen AK Parti'ye kapatma davası açtı…
Kapatma davası, bu topraklarda demokrasiyi benimsemiş herkesi derinden yaraladı, çok üzdü…
Buna mukabil, Yargıtay Başsavcısının TBMM hakkında, dahası milleti hakkında kapatma davası açamadığı için üzgün olduğunu düşünüyorum!
Yalçınkaya'nın “siyaset yapmayan, siyaset üstü” konumdaki Cumhurbaşkanı'na siyaset yasağı konulmasını istemesi ise yargı erkinin ne denli çürüdüğünün açık göstergesidir…
Bu dava, Başsavcı'nın milletinin iradesine ve demokrasimize karşı duyduğu nefretin de kanıtıdır!
Yalçınkaya, aslında “laik-demokratik sisteme” kapatma davası açmış bulunuyor.
* * *
Anayasa Mahkemesi bu büyük ayıp hakkında nasıl bir karar verebilir?
Kapatma kararı çıkabilmesi için 11 üyenin 7'sinin oyu gerekiyor: Mahkeme'deki üyelerden 8'ini Sezer'in atadığı biliniyor…
Tam da bu noktada, 2007'de yaşadıklarımızı hatırlatmakta fayda görüyorum…
Mahkeme, 1 Mayıs'ta “367 şart” demişti…
Ancak aynı mahkeme 5 Temmuz'da –Sezer ve CHP'nin anayasa değişikliği paketinin iptali için yaptığı başvuruyu reddederken- bu kez 367 Şartı'nı gerekli görmemişti!
Yani, iki ay sonra 367 konusunda üyelerden dördü farklı bir karara imza atmıştı: 9-2'lik netice 6-5'le tersine dönüvermişti…
Anayasa Mahkemesi, 22 Ekim'de de yine 6-5'lik bir sonuçla Haşim Kılıç'ı başkan seçmişti…
Bu hatırlatmaları, mahkemenin AKP'yi kapatma ihtimalini çok yüksek görenler için yaptım…
* * *
Kapatma davası, neticesi ne olursa olsun iktidar partisinin oylarında yeni bir patlamaya yol açacak bir sürecin başlangıcıdır…
Başta CHP'liler olmak üzere -dava açıldığı için sevinenler “siyasi yenilgiler”den fal tutmaya devam edeceklerdir…
Kapatma davasına bakıp eski korkuları depreşen, yelkenlerini indirenler veya Türkiye'de yaşanan tarihi “eksen değişimi” hakkında kuşkuya düşenler ise ancak kendilerine gece yaparlar…
Eski Statüko'nun devletin içinde yer tutmuş kimi bildik parçalarının kapatma davası açmış olması, asla “Türkiye'nin Yeni Gidişatı”nın önünü kesemez…
367'nin finalinde ne olduğunu unutmayınız…
27 Nisan'dan sonra darbe bekleyenler havalarını almadılar mı?
“Gül asla Çankaya'ya çıkamaz, yolda elektrikler kesilir, kaza olur, tomruk düşebilir” diye babalananlar neredeler şimdi?
Her defasında söylüyorum: Eski hal, muhaldir…
Adriana'nın dönüşü/KÜRŞAT BUMİN
Medyanın bir bölümü "iddianame"nin peşinde... Acaba başsavcı 170 sayfayı hangi suç kanıtları ile doldurdu. Bazı gazeteler kapatma istemine kanıt olarak gösterilen bazı olayları sıralamaya başladı bile.
Eğer iddianame gerçekten de bu "duyumlar"ı barındırıyorsa işimizin bayağı "eğlenceli" olacağını söyleyebiliriz şimdiden. Bu kanıtlar –tahmin ettiğiniz gibi- "kırmızı sokak projesi", "türbanlı doktorlar", "içki yasağı", YÖK'ün "kaos" yaratan genelgesi vs gibi kadim mevzulardan derlenmiş. Bu arada bir gazete, bir zamanlar (yıl 2003) Çek manken Adriana Karembeu'nun hacı adaylarının toplandığı yolcu salonundaki afişinin "poşete" girmesinin de iddianamede yer aldığını ileri sürüyor.
Gazete haberinde "Adriana" ile karşılaşınca "olayı" hatırladım ve şöyle düşündüm: "Belli idi. Olayın 5 yıl geride kalması bizi rehavete sevk etmiş, meselenin unutulduğunu sanmıştık. Oysa devlet Adrianı'yı unutur muydu hiç?"
Tam da bunları düşünürken bir okurumdan (Muzaffer C.) çok hoşuma giden şu mesajı aldım:
"Gelin bu kapatma davasına bir isim koyalım: 'MAYO DAVASI". Böylece bu dava, demokrasi tarihimize bu trajikomik isimle geçsin. Bu kadar ciddiyetten ve hukuktan uzak basit gerekçelerle açılan bu garip davayı ciddiye almayalım..."
Okurumun önerisine yürekten takılıyorum. Davanın adı söylediği gibi olsun. Olsun ki, bu ülkenin yetişkin olma yolunda hızla ilerleyen toplumunun, bundan böyle gayri ciddi gelişmelere artık sadece kara mizahla yaklaşma kararı aldığını herkes duysun ve bilsin.
"Hukuk devleti" talebimiz yanlış anlaşılıyor herhalde. Bu talebimizi dile getirirken, tabii ki, "Yargı"nın da hukuk dairesi içinde yer alması gerektiğini söylüyoruz. Aksi halde o "şey"den "hukuk devleti" olarak değil, "savcı ve hakimler oligarşisi" olarak söz etmemiz gerekecektir. "Siyaset ve hukuk" arasında demokrasilerde kaçınılmaz olarak mevcut olan gerilim, bilek güreşi ve –sırasında- didişmeden yanlış sonuçlar çıkartmayalım. Yoksa iş döner dolaşır ve ortaya "Adriana"nın bir takım "iddianameler"e girmesi gibi komik sonuçlar çıkar.
Yine, yeni, yeniden.../Fehmi Koru
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya o göreve meslektaşlarının oylarıyla seçildi; herhalde kendisini seçenler de, kendisi de aklı başında, sorumluluğunun bilincinde insanlar... Ocak ayında hafif tertip bir 'kapatma' uyarısında bulunmuştu Başsavcı Yalçınkaya; demek ki, Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru 'anlık bir öfke' sonucu değil... Hepimiz şaşırmış olsak da, Başkan Haşim Kılıç'ın serinkanlı bir üslupla “Konuya pazartesi günü bakacağız” demesi, Anayasa Mahkemesi'nin zihnen hazırlıklı olduğunu gösteriyor yeni gelişmeye...
Hayır, bazılarının sandığı gibi, bir akıl tutulması, bir dümura uğrama söz konusu değil; hesaplı kitaplı, taammüden bir eylem bu.
Parti kapatmanın kapatanlar açısından bir 'çözüm' olmadığını yaşayarak öğrendi Türkiye. 27 Mayıs'ın kapattığı Demokrat Parti başka isimler altında varlığını bugüne kadar sürdürdü; bugün DYP'den dönme Demokrat Parti adıyla bir partimiz yine var. 12 Eylül'ün kapattığı yeniden açılan CHP Başsavcı Yalçınkaya'nın iktidar partisiyle ilgili kapatma girişimine alkış tutuyor bugün. 28 Şubat'ta kapatılan Refah Partisi, Fazilet Partisi'nin adları tarihe karışmış olsa bile, o partilerde görev yapmış siyasiler günümüzde önemli mevkileri işgal ediyorlar.
Buna rağmen, bütün bu gerçekleri umursamadan, yine, yeni, yeniden kapatma davaları açılıyor ülkemizde...
Siyasiler ne yapsınlar? Dolduruşa gelen birkaç yargıç siyasi sisteme müdahale amaçlı kapatma davası açıp parti kapatmasınlar diye süreci zorlaştırmaktan başka? Şu yakınlarda onu da yaptı siyasiler ve 'uyarı' ile başlayan zor bir sürece dönüştürdüler; 'odak olma' gerekçesini de hem tarifi müşkül hale getirdiler, hem de 11'de 7 üye çoğunluğunun kararına bağladılar. Eskisi gibi kolayından alınamaz bugün parti kapatma kararı...
Yine de parti kapatılsın diye girişimde bulunulabildi; hem de ülkeyi altı yıldır yöneten, son seçimde her iki kişiden birinin oyunu almayı başarmış, Meclis'te biraz destekle anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip bir iktidara karşı...
Herhangi bir iktidar, halktaki desteği ve Meclis'teki çoğunluğu arkasına alarak ülkeyi 'yargıçlar devleti' görüntüsünden kurtaracak bir yeniden yapılanmaya kavuştururdu. Ak Parti bunu bile düşünmeyecek kadar 'sistemle uyumlu' çalışmayı benimsemiş bir parti. Yorumcuların gösterdiği tepkiyi, halkın dışa vurduğu infiali Ak Parti liderlerinde göremediysek sebebi budur: Sistemle uyumlu çalışma arzusu...
Sistemle uyumlu çalışmayı ilke olarak benimsemiş bir partiyi bile kapatmaya kalkabildiler... Aklı başında insanlar, anlık bir öfkeyle değil, inceden inceye planlayarak, taammüden ve hazırlıklı olarak yaptılar bunu...
28 Şubat'la rejimin adı değişmişti de biz mi farkında değildik, yoksa bu yeni bir süreç mi?
Şikáyetçiyiz...BEKİR COŞKUN
Hakkında bu kadar ciddi iddialar olan, cumhuriyet rejimini yıkma girişimleri ile suçlanan... Laiklikle dinin bir arada olamayacağını ve laikliğin içini değiştireceğini ilan eden... Toplumun yaşam biçimini için için değiştiren, çağdaş Türkiye’yi Çankaya’dan sokağa kadar, türbana-tesettüre saran...
Ve sonunda toplumu korkuya salıp da milyonlarca insanı sokağa döken bir "suç duyurusu" karşısında seyirci mi kalmalıydı yargı?..
O zaman üst kattakiler gürültü yaptığında dilekçe ile koştuğumuz savcı, cumhuriyet rejiminin tepesine çıkmış tepinenleri ve şikáyetçi çığlıkları duymazlıktan gelecekti...
İYİ BİR KÖTÜ GÜN DOSTU/ERTUĞRUL ÖZKÖK
Yani, iddianame eskisine göre daha ciddi biçimde hazırlanmış.
Tavsiyem:
AKP de savunmasını buna göre hazırlamalıdır.
İkinci gözlemim:
İddianamede aktarılan örneklerin küçümsenmeyecek bölümü, AKP’lilerin konuşmalarında söyledikleri sözler