Somali’de 2 yıl önce şehit edilen Hıdır ve Kemale öğretmenlerin arkadaşı onların hikayesini yazdı.
Öğretmenlerin arkadaşı Abdullah Gök tarafından kaleme alınan ve
TR724’te yer alan yazı şöyle:
Somali’de 2 yıl önce şehit edilen Hıdır ve Kemale öğretmen ile tüm dava şehitleri anısına…
Kur’an’ı Kerim’de Hz. Hud kavmine “Ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum, benim ücretim yaratandan başkasına ait değildir.”(Hud-51) diye seslendiği gibi iki yıl önce şehit olan Hıdır ve Kemale öğretmen de ücretlerini yalnız Huda’dan beklemişlerdi. Yalnızca cenabı Hakkın rızasını hedefleyerek, kendilerini davalarına adamışlardı. Bu davanın ne ilk şehidiydiler, ne de son şehidi olacaklardı.
Herkes bilmezdi onların hikayesini, insanlara hizmet için en önde koşar, fotoğraflarda hep en geride olurlardı, ne kimseden beklentileri vardı, ne de kimseden korkuları. Elbiseleri güzel ahlaktı. Emindiler. Kalpleri bir melek gibi saf ve duru, dilleri de iç derinliklerinin sadık bir tercümanıydı. Yüzleri hep semadaydı.
Rivayet edilir ki Hz. Bediüzzaman vefat ettiğinde üzerinde sadece 15 lira çıkmıştı ve o para da tereke tespit masrafında kullanılmıştı. Dünyada koluna taktığı sepetinden başka malı olmamıştı üstadın, ondan geriye iki eski gömlekle, bir pamuklu hırka kalmıştı. Üstadın adım attığı izleri takip eden Hıdır öğretmen de Somali’ye giderken eşyalarını koyduğu birkaç valizden başka hiç bir şeyi yoktu. Kurşun yağmurunun toplandığı bardaktan şehadet şerbetini yudumlarken, ondan geriye yine ayni o valizlerden başka hiçbir şey kalmamıştı geriye. Yeryüzünde hiç malı mülkü olmamıştı ve bu sayede evini tüm yeryüzüne yayabilmişti. Nazik ve güleryüzlü haliyle gönüllere girmiş, Nil’in taşkın suları gibi heyecanıyla, kara kıtada cennet asa bir bahar için çalışmıştı.
Gülnar öğretmen ise, Türkiye sevdalısı Azeri bir öğretmendi. Irak’ta gönüllüler hareketiyle vazife yaparken çaresiz bir hastalığa yakalanıp, hayata gözlerini yumduğunda 34 yaşındaydı. Kısacık hayatına dünyalar sığdırarak, dünyanın dört bir tarafına meyve tohumları ekebilmişti. Sıdk üzerine bir peygamberin terbiyesi altında yetiştiği için Hz. Meryem’e benziyor olmalıydı. Hüzünlü bir kasım ayında hakka yürüyüp kefen giydiği gün, kardeşi Eflatun Bey’le evlenip dünya evine girmişti Kemale Öğretmen ve Hz Musa gibi: “Ya Rabbi bana lutfedeceğin her türlü nimete muhtacım.” diyerek hicret yoluna düşüp, mahrumiyet çölüne, yokluğun gurbetine Somali’ye gitmişti. Allah ve Resulüne gitmeye niyet etmişti, Allah ve Resulü olmuştu vardığı yer. Seyru süluk yolculuğuna kara kıtada ak gönüllü siyah incilerin gönüllerini hasat ederek çıkmaya karar vermişti. Kurşunlar yağarken üzerlerine, bedenini iki evladına siper etmiş, bir kez daha yaşatmak için yaşamaktan vazgeçmişti. Eşinin: “Bir kez olsun sesimi bile yükseltmedim” dediği Kemale öğretmen yine o çok sevdiği hicret beldesinde, o çok sevdiği öğrencileri arasında yürüdü ruhunun ufkuna. Gülnar öğretmen gibi Kemale öğretmen de 34 yaşındaydı ebediyete uğurlandığı gün. Hz Adem’den beri en büyük imtihanlar davası büyük olanlar içindi, Uhud’da bedeni parça parça edilen şehitler seyyidi Hz Hamza gibi bedeni kurşunlarla parçalanmıştı Kemale öğretmenin. Okul lojmanından başka gidecek evi yoktu, taziye evi bile olmamıştı gurbet diyarında. Mekke fethinden sonra “Ey Allah’ın elçisi, nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, efendimiz acı bir tebessümle baba ocağını hatırlamış ve “Akil bize dinlenecek ev mi bıraktı.” demişti. Ve günümüzün Akilleri sığdırmamıştı koca dünyaya temiz gönüllü öğretmeni.
Farklı değildi hikayeler, “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir.” Diyen üstad gibi zulme karşı çıkıp, başını yere eğmemek için Ege sularında boğulmayı göze alan Hüseyin Maden öğretmenin, yahut Kur’anı Kerim de cahiliye devri anlatılırken “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman… ” (Tekvir, 81/8-9), sorusuna mukabil henüz hangi suçu olduğunu bile bilmeden Meriç nehrinin azgın sularından geçerken ailesiyle beraber ahirete göç eden Ayşe Abdürrezak öğretmenin hikayeleri hep aynıydı.
Sahabe içinde olmak, Allah ve Resulünün mirasına sahip çıkmak demekti. Bu yolun kaderi budur deyip, dava şehitleri olanlar bu sebeple incinmediler dünyanın kahrını ve zorluğunu çekmekten, incinmediler dostların vefasızlığından, incinmediler anadan, babadan, vatandan uzak kalmaktan. İncindilerse terör yaftasına maruz kalmaktan, Hakkın hatırının ufacık bedellere feda edilmesinden, firak-ı dalle iftirasına uğramaktan incindiler. Ciğerleri yandı, içleri kan ağladı ve vefasızlığın gurbetinde sevdiklerinin gözü önünde eriyip gittiler. Henüz daha Kundaktayken konuşmaya başlayan Hz. İsa’yı kucağında taşıyan Hz. Meryem gibi türlü iftiralar karşısında yalnızca sustular. 40 yıllık dostlarının nefret oklarıyla yaralansalar da Habil olmayı seçip zalim kardeşlerine benzemediler. Firavun ’un sarayında Hz. Asiye olmayı seçip zulme karşı çıkarak, Kuranda Ahzab suresinde övgüyle bahsedilen “Müminler içinde öyle erler vardır ki,” ayetinin muhatabı olmak için sadakat üzerine olup bu uğurda canlarını feda etmeyi göze aldılar.
Yürüdükleri yol Peygamber yoluydu, selefi salihinin yoluydu. Dillerinde hep “Ey yar senden dönmezem” nağmelerinin besteleri vardı.
Bir bîçare âşığım ey Yâr Sen’den dönmezem
Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr Senden dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr Senden dönmezem. -Nesîmî-
Demişler ve asla gittikleri yoldan geri dönmeyi düşünmemişlerdi.
Hepsinin ruhu şad olsun.