Bir merhaleye, bir sahile ulaşana kadar, bilgi, düşünce ve gelişme gururuna kapılabilirsiniz. Arkanıza baktığınızda epeyce mesâfe aldığınız kanaati sizi etkileyebilir. Kendinizi bir şey zannedebilirsiniz.
Fakat bir merhale vardır ki, size bilmedikleriniz ne kadar çok olduğunun şuurunu kazandırır; bir sahil vardır ki, önünüzde sonsuz bir deryanın bulunduğu hakikatini gösterir. İşte orada gerçek tevazu doğar. Bir başka deyişle: “Ufuk perspektifi” tevazuu getirir. Önünüzde kimler vardır kimler.
Dereleri tepeleri, gölleri gölcükleri geçmişsiniz. Bazen bir su birikintisi üzerindeki çöpe konan sivrisinek gibi kendinizi kaptan-ı derya sanmışsınız; bütün bunlar başlangıç noktasıyla mukayeseden doğan neşeler, gururlar verebilir insana. Ufuk perspektifinde ise, önünüzdeki ile elinizdekini mukayese imkânı doğar ve o zaman kendinize gelirsiniz. Newton ne demiş: “Kendimi sonsuz bir okyanusun kıyısında çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuğa benzetiyorum.”
Kendini bilmek, işte bu noktada erişilemeyecek-kuşatılmayacak enginleri, kendimizle mukayese etmemiz sonucunda uyanan bir şuurdur, halidir. Asıl tekamül, bu şuurun kazandırdığı tavırla, üslupla, metotla başlar. “Tevazu” o tezahürleri yaşayanın tabiî duruşudur. Kendini bilen elbette ki mütevazı olacaktır. Tevazu, iddia ile falan bağdaşmaz. Bir merhaleye kadar olması gerekenler olmuşsa o da olur; ve yeni merhalelere yönelmenin ufku, o kıvamla açılır.
“Efendim bu adam kibirli.” Kibirli de olabilir, aşağılık kompleksiyle malûl de olabilir; ikisi sık sık dönüşerek bir arada da bulunabilir. “Kendini bilmek” yok ise, tevazu da yoktur vakar da; samimiyet de yoktur, ciddiyet de; sabırlı çileler de yoktur, aydınlık umutlar da.
Kendini bilmekle mütevazı ve vakur olan, yolunu bilmekle de mutedildir. Tekamül yolunun ifrat ve tefrite kapalı sadece itidale açık olduğunun şuurundadır.
Kendini bilmenin bir başka ifadesi, kesrette vahdet sırrını sezmektir; hayatın ve hakikatin bütünlüğü içinde layık olduğu yeri bulmanın, kendi şahsiyet bütünlüğüne kavuşmakla mümkün olduğunu, bunun da ancak sevginin ışığında gerçekleşebileceğini kavramaktır.
Yolculuk meziyetleridir bunlar, yalnız başlarına izah olunamazlar; bir manzume teşkil ederler. Ya beraberce vardırlar, ya da hiçbirisi yoktur. Mizaç farkları ayrı bir bahis. Tekamül, “yolcu olabilmek” özelliklerini ve meziyetlerini nefis terbiyesinin vazgeçilmez ön şartları halinde önünüze çıkarır. Burayı aşamazsanız, sonrası gelmez. “Ön şartlar” merhalesinin kazandıracağı ruhtan mahrum kalırsanız, biçimselliklerle boşuna uğraşırsınız. Böyle biri için vaktiyle şöyle denildiğini duymuştum: “Adam tasavvuftan tekebbüre varmış!”
Bazen gençlere, “O kulübeye fazla takılma, oradaki gölcüğü geç artık, şu pırıltı gözünü kamaştırmasın, berideki oyuncakla yeter oyalandığın…” diyorsak, bu acelemizi tevazu yokluğuna bağlanmasınlar. “O tecrübeleri yaşadık, fazla vakit kaybetme, gel buraya da sahilden beraberce ufuklara bakarak hayretimizi, sorumluluğumuzu, heyecanımızı paylaşalım.” demek istiyoruz. Aslen yardım rica ediyor, “tevazu-vakar-itidal” çağrısı yapıyoruz.
Ufuk bakışına kavuşmadan insan kendi içine de iyi bakamaz ve yanıltıcı mukayeselerin cazibesine kapılıp “kendini bilme, tevazu, itidal, bütünlük şuuru, sevgi” gibi yol şartlarından mahrum kalır. Bırakın bir yere gelmeyi, gerçek yolculuğa başlayamaz bile.