"Karalama işini Emevi idarecileri abartarak camiye, cumaya, hutbeye kadar ileri götürdüler. Hutbelerde kendilerini övüp düşman diye bellediklerini karalama yoluna gittiler. Bu karalamalar neticesinde ehl-i beyt Arap yarımadasında yaşayamadı, Anadolu topraklarına kadar hicret etmek zorunda kaldı. "
Hüseyin Odabaşı | samanyoluhaber.com
Tarih Betonlaşırsa
Her zalim gerçekleri gizlemek ve dahası eğip bükmek ister. Kısacık dünya saltanatının devamı biraz buna bağlıdır. Formül bellidir; başarılar abartılacak, hatta başkalarının başarılarına el konacaktır. Ya başarısızlık halinde suçlanacak olan, karalanacak olan ise rakiplerdir. Çünkü siyaset, biraz kendini ak sütten çıkmış ak kaşık gösterme ve rakiplerinizi şeytanlaştırma sanatıdır. (!)
Zulmün temelinde kendimizi hep paka çıkarmak ve bizden olmayanları da daima karalamak yatar. Halbuki kendimizi paka çıkarmayı (hatasız ve kusursuz görmeyi) Kuran; “Kendi nefsini temize çıkaranı görmedin mi?” Nisa 49. ayeti ile, başkalarını karalamayı da “Birbirinizi ayıplamayınız. Birbirinize kötü lakaplar takmayın” Hucurat, 11. ayeti ile yasaklar, tenfir eder.
Başkalarını karalayıp kendimizi her türlü vasıtaları kullanarak övdüğümüzde iktidarda kalabilir bir müddet daha muktedir olabiliriz. Fakat bu algı ve karalama operasyonları neticesinde haksızlık haksızlık üstüne teraküm eden bulutlar gibi biriken zulmün karanlık bulutları bir gün gelir patlar ve etrafı seller sular götürmeye başlar.
Hem bu zalimane taktikler yeni de değildir. Makyavel, kitabında bu zalim idarecilere akıl hocalığı yapar. Zulmü zamana yaymakla yanlış yaparsınız der. Zulmü ansızın bir şimşek hızında hareket ederek göz açıp kapanana dek kısa sürede derin bir etkiyle gerçekleşmeli ki düşmanın beli artık doğrulmamak üzere iyice kırılmış olsun. Fakat iyilik ve ihsanlara gelince iş değişir; uzat uzatabildiğin kadar. Pire kadar da olsa halka yapılan ihsan anlata anlata, reklamı yapıla yapıla deve haline getirilmelidir. Fakat bu arada yapılan zulümler de arada kaynayıp gitmelidir. Zalimler yani Makyavel'le göre normal idareciler de dahil düşmanlarını karalamalı fakat başkaları tarafından karalanmalarına asla müsaade etmemelidirler. Bu da ancak düşman diye bellenen kesimlerin sesini kesmekle mümkündür. Çünkü karalanmak halkın nazarında idareciyi öldürür, halk desteğinin kökünü keser.
Karalama işini Emevi idarecileri abartarak camiye, cumaya, hutbeye kadar ileri götürdüler. Hutbelerde kendilerini övüp düşman diye bellediklerini karalama yoluna gittiler. Bu karalamalar neticesinde ehl-i beyt Arap yarımadasında yaşayamadı, Anadolu topraklarına kadar hicret etmek zorunda kaldı.
Zalim idarelerin düşmanlarını karalayıp kendi hatalı ve kusurlu cinayetlere varan ayıplı işlerini temize çıkarması tarihe müdahale etmek demektir.
Kendilerini paka çıkarma adına tarihi gerçeklere müdahale edenlerin en önemlileri şüphesiz komünist- sosyalist idareler olmuştur. George Orwell bu idarelerin tarihe nasıl müdahale edip işlerine gelmeyenleri gizlemeye ve işlerine geldikleri gibi değiştirmeye çalıştıklarını “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı kitabında etkili bir anlatımla ifade eder: “Geçmişi denetleyen’ diyordu Parti sloganı, ‘geleceği de denetler; şu anı denetleyen, geçmişi de denetler”(sf, 36) Mantık bu.
“Örneğin Partinin tarih kitaplarında uçakların Parti tarafından icat edildiği yazıyordu. Oysa o, çocukluğundan bu yana, uçakların var olduğunu biliyordu. Ama hiçbir şeyi kanıtlayamazdınız, çünkü elde bir kanıt bile yoktu.”(sf, 37) Bu kendini beğenmişlik tarzı, “biz iktidara gelmeden buzdolabı nedir bilen yoktu” şeklinde düşünen günümüzün iktidarlarının kafa yapısıyla ne kadar da birbirine benziyor değil mi?
“Sürekli düzeltme işlemi yalnızca gazetelere değil kitaplara, dergilere, broşürlere, afişlere, ses bantlarına, karikatürlere, fotoğraflara, en ufak bir ideolojik anlam taşıma olasılığı olan her türlü belge ve kitaba uygulanırdı. Her gün her an geçmiş sürekli yenileniyordu.”(sf, 39)
Zalim tıynetli idarelerin ayakta kalması için bu derece yaygın ve etkin sansür hala devam etmektedir. Her zalim külli bir zulme başlamadan mıntıka temizliği yapar. Hür gazeteleri susturur, televizyon binalarını asker göndererek işgal eder, kendisi aleyhinde en ufak bir karikatüre dahi tahammül edemez. Medyanın hükümetler tarafından ya devşirilmesi veya lisanslarının iptal edilerek polis kuvvetiyle işgal edilmesi 15 Temmuz’dan önce yapılan bir mıntıka temizliğidir işte.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde arşivlerden şu şekilde bahsedilir: “Ayrıca düzeltilmiş belgelerin toplandığı depolar ve asıllarının yakıldığı büyük fırınlar yer alıyordu.” Yani devamlı ve sürekli tarih, belge, zalimlerin işini zorlaştıracak bilgiler ve belgeler yok ediliyordu.
Kitapların arşivlerin neden yakıldığını kitap düşmanlığının sebebini daha iyi anlamış oluyoruz. Hitler kütüphaneleri merasimler tertip ettirerek yaktı. Bosna savaşında Sırplar, Saraybosna şehrine girdiklerinde ilk yaptıkları şehir kütüphanesini yakıp yıkmak oldu. Buhara ve Semerkant’a ulaşan Cengizhan'ın orduları tahrip etmedik kitap yakmadıkları kütüphane bırakmadılar. Türkiye Cumhuriyeti kurulunca Osmanlıya ecdadımıza mazimize ait ne kadar evrak kitap ve mevkute varsa çoğu kelepir fiyatına Bulgaristan’a Trenlerle vagon vagon yakacak malzemesi diye gönderildi. Ve günümüzde o meşum darbe girişiminden sonra hizmetle öyle veya böyle irtibatlı kitap bulundurmak yıllarca hapishanelerde yatmaya sebep teşkil ettiğinden sayısız kitap yok edildi, yakıldı ve mahzenlerde çürümeye terkedildi.
Ve karalamaya engel olmanın en etkin yolu karalama kaynaklarını kurutmaktı. Yani etkin insanları ya faili meçhul cinayetlerle veya kaçırarak sırra kadem basmalarını temin etmek. Böylece muhalif yazarlar, hatipler susturulur ve belleri kırılırdı. “Partinin hoşnutsuzluğunu kazanmış kişiler çoğu zaman ansızın ortadan yok oluverirler ve adları duyulmazdı.”(sf, 43)
Bir ülkede, zalim idarecilerin hoşuna gitmeyen gerçeklerin yazılmasına engel olmak ve idarecileri destekleyen yalan haberleri yaygınlaştırmak için herkesin herkesten kuşkulandığı bir korku atmosferi oluşturmak gerekir. Bu korku atmosferi neticesinde tarihe devamlı ve sürekli dolaylı olarak müdahale yolu açılır. Halbuki tarih, mazisinde şanlı bir geçmişe sahip olan milletler için yeniden ayağa kalkma ve dirilme kaynaklarının en önemli olanıdır.
Bir de tarihe kurulan sansür sistemleriyle dolaylı müdahale ile yetinmeyip devlet eliyle bizzat yapılan, tertip edilen yalan yanlış tarihler vardır. Nutuk böyle bir tarih kitabıdır. Orada yazanların aksini uzun müddet hiçbir tarihçi veya münevver, cezai müeyyideye çarptırılmamak için iddia edememiştir. Bizzat Gazi, Samsun’a çıktığı 1919’dan 1927’e kadar kendisinin ve silah arkadaşlarının faaliyetlerini özetlediği bu eserle tarihi dondurmuş ve tabir yerindeyse beton dökmüştür. Çünkü Nutuk’ta anlatılan bazı olayların Gazi’nin anlattığı gibi olmadığını söyleme cüretini hangi tarihçi gösterebilirdi ki! Hala okullarda okutulan “İnkılap tarihi” ders kitaplarının kaynağı, dayanağı bu “Nutuk” kitabıdır.
1919 ile 1927 yılları arasındaki tarihî gerçeklere “Nutukla” dökülen betonun neredeyse aynısı günümüzde; 2016 yılının Temmuz ayında tertip edilen sahte darbe olayında da döküldüğünü görüyoruz. Bir tarihçi bu darbenin gerçek failleriyle alakalı bugün yazıp çizmeye başladığı zaman soluğu nerede alacağını iyi bilir. Halbuki her ilimde olduğu gibi tarih ilminde de de lehte delillere yer verildiği kadar aleyhteki delil ve kaynaklara yer verilmelidir. İlim bunu gerektirir.
Tarihin devlet eliyle dondurulduğu bu tür zaman dilimlerinde hep haddini aşan idareciler övülmüş; düşman diye bellenen mazlumlar da kapkara bir karalamaya maruz kalmıştır. Ve bu sadece karalama ve tarihi çarpıtma mantığı ile hazırlanan kitaplar da zorla okul dersleri adı altında nesillere, körpe dimağlara belletilmek istenmiştir.
Fakat Sühreverdi’nin ifadesiyle; “Kararmanın son noktasından sonra aydınlık başlar.”