Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi" serisinin 36'ncı bölümünü yayımlıyoruz.
"Biricik sevdam Hizmet"
TARIK BURAK
‘Dinime ve milletime hizmet duygusu bütün bütün ufkumu kaplıyor.. bunun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorum. Hatta düşünmemin, istememin haram olduğunu zannediyorum.
Bugünkü gibi, hayatımın her gününü sıkıntı, acı ve ızdırap yudumlayarak; herbiri kalbimi durduracak büyüklükte üç dört defa şok yaşayarak; bir ilacın tesiri bitmeden bir diğerini almak zorunda kalarak geçirsem de, ben dünyevî lezzetleri, hatta cenneti değil, her şeye rağmen dinime ve milletime hizmeti tercih ederim.
Uzun yaşamak değil benim muradım. Her geceyi "Bu gece son gecemdir." diye bekliyorum. Ama dünyaya bir "hizmet diyarı" olduğu nazarıyla bakıyor ve hayatta kaldığım müddetçe de bu bakışın gereğini yapmaya çalışıyorum.’
MEÇHUL KOVALAMACA BİTİYOR
Fethullah Gülen Hocaefendi, hiçbir suçu olmadığı halde 12 Eylül 1980 İhtilali’den sonra altı yıl süren meçhul bir kovalamacaya tabi tutulmuştu. Bu aranma, 1986 yılının 12 Ocak günü Burdur’da sona erdi ve Başbakan Turgut Özal doğrudan olaya müdahale etti.
Hocaefendi vefalı bir insandı. Her tarafta aransa da vefası gereği o gün Burdur ve Isparta’ya asker ziyaretine gitmişti. Hadise şöyle gelişmişti:
Hocaefendi, yol arkadaşı Naci Tosun ile birlikte 12 Ocak 1986 Pazar sabahı saat 07:00’de Burdur’a gelmişti. Hocaefendi yol boyunca takip edildiklerinden şüphe etmiş, Burdur’a vardıklarında ise bunu kesin olarak anlamıştı. Burdur’daki askeri yanlarına alıp Isparta’ya doğru hareket ettiler.
Isparta’daki askeri de aldılar ve Antalya’ya gittiler. İzmir’den gelen iki arkadaş daha onlara katıldı. İkindiye doğru iki otomobille Antalya’dan çıktılar. Akşam namazını Burdur yolu üzerindeki bir camide kıldılar.
Hocaefendi, askerleri birliklerine teslim ettikten sonra Burdur’dan İzmir’e doğru devam edecekti.
Burdur’a 15 kilometre kala, trafik kazası bahanesiyle arabaların durdurulduklarını gördüler. Fakat işin tuhaf yanı, kazadan ziyade görevliler kimlik kontrolü yapıyorlardı. Hocaefendi, arabanın ön koltuğunda oturuyordu. Hocaefendi’nin üzerinde nüfus cüzdanı yoktu, ama arabayı kontrol eden görevli onu tanımıştı.
Bütün bu kurgunun ne için yapıldığı anlaşılmıştı. Zira, ekip tamamen Hocaefendi’nin başında toplanmış ve telsizden açıkça:
“Operasyon tamam!” anonsu yapıyorlardı.
Hocaefendi’yi arabanın arka koltuğuna aldılar. Silahlı kişilerden biri Hocaefendi’nin yanına oturdu ve silahın namlusunu Hocaefendi’nin karnına bastırarak:
“Kıpırdarsan karnını kurşunla doldururum” dedi.
Burdur’daki merkez karakola getiren bu memurların Hocaefendi’ye karşı tavırları çok kırıcıydı. Kaba saba hareketler, ağır hakaretlere varan sözlerle muamele ediyorlardı. Bütün bunların üstüne Hocaefendi’nin yatsı namazını kılamamış olması ise sıkıntısını daha da ağırlaştırıyordu.
Karakolda hakaretler devam ediyordu: “Komünistlerden daha kötüsün… Seni konuşturmasını biliriz… Aslında seni alırken öldürecektik, ama etraf kalabalıktı… Konuşursan gidersin… Yoksa günlerce burada kalırsın!”
Hocaefendi, 12 Eylül İhtilali’nin üzerinden 6 yıl geçmesine rağmen hala sıkıyönetim kurallarıyla kendisini gözaltına alan ve sorgulayan istihbaratçılara:
“Siz emniyetten, asayişten bahsediyorsunuz. Eğer sizin elliniz kadar bu milletin asayişine hizmet etmemişsem kendimi aşağı atarım” diyordu. Hocaefendi, sorgulanmadan sonra karakolun alt katındaki soğuk bir hücreye konuldu. Buz gibi havada tahta bir tabure üzerinde oturmaktan başka imkanı yoktu.
Hocaefendi, 23/09/2018 tarihindeki Bamteli’nde 12 Mart ve 12 Eylül İhtilallerinde yaşadığı sıkıntıları şöyle anlatıyor:
‘…12 Mart Muhtırası’nı görmüştüm. Şimdi yetmişli senelere dair çektiğim hadiseleri anlatırken size, sizi güldürecek fıkralar şeklinde anlatıyorum. 12 Mart Muhtırası sonrası içeriye alınmışsın, hakaretler görmüşsün. Mesela zehirlenmişsin. -Vakıayı arz ediyorum; şimdi sizin kardeşlerinizin çektiği gibi aynen.- Sen, kendinde değilsin. Ertesi gün vazifeli adam geliyor. -Aynen, aynı ağzı kullanacağım, rahatsız olmayın; onun ağzı, benim ağzım değil bu.- “Lan hoca, dün geberiyordun!..” Evet, çekmişsin. Fakat şimdi ben bunları anlatırken, tebessüm ederek anlatıyorum; siz de tebessüm ile mukabelede bulunuyorsunuz. Fakîr, o zaman, üç sene mahkûmiyet, bir sene de Sinop’a sürgün almıştım.
Seksen senesi… “Niye dindarsın!” diye, “Neden Allah’a inanıyorsun!” diye, “Neden insanları Allah’a götürebilecek çizgide, o yörüngede ortaya konmuş kitapları okuyorsun!” diye çektiriyorlar. Bunların karşılığında hangi madde ile sizi mahkûm ediyorlar? 163’ün birinci fıkrası… “İktisadî, siyasî, kültürel, devletin temel nizamlarını dinî esaslar üzerine oturtmak maksadıyla cemiyet teşkil etme.” Tam altı sene ben kaçtım, onlar kovaladılar. Her yerde, billboardlarda (ilan tahtalarında, duyuru panolarında) resmim var, adım var, “Bu aranıyor!” falan diyorlar.
Altı sene sonra… -Makamı Cennet olsun; Allah, şimdikilere de onun insafını, iz’ânını, aklını, firâsetini, Hak yolunda hizmete taraftar olma duygusunu ihsan eylesin!- Turgut Özal, ayağını sağlam yere basmıştı. Devlet Planlama Teşkilatı’nda serkârlık yapmış; sonra bakan olmuş, sonra başbakan olmuş, sonra Cumhurbaşkanı olmuş. O, ayağını sağlam yere bastığı zaman, Allah’ın işine bakın ki -tam o zaman- sizi Allah, Burdur’da yakalatıyor.
İşte bu da sizi tebessüm ettiren bir fıkra: Şiddet ile, hiddet ile, celâdet ile, nefret ile sizi derdest ediyorlar. Hâlâ tüfeğin namlusunun böyle karnıma sokulduğunu hissediyor gibiyim. “Kıpırdarsan, lan, seni gebertirim!” diye yakaladılar. Fakat o gece, işte o günün başındaki insan, ağırlığını koydu yere; ertesi gün, hepsi temennâ durmaya başladı.
Benim aleyhimde konuşup atıp-tutan, ha bire ha delil getirip insanın önüne döken ve orada ifade alan -rahmetlik pederin adında- birisi vardı; çok güzel (!) bir insan… Sonra o baştaki zat ağırlığını koyunca, salıverdiler bizi. İzmir’e götürdüler; İzmir de kabul etmedi bizi, “Biz aramıyoruz!” dediler. Öbürleri de “Zaten biz de aramıyoruz!” dediler. O kötülüğü yapan insan, “Yahu hocam!” dedi, “Müsaade buyur, şu mübarek elini bir öpeyim!” Evet… Bakın, tebessüm ettirdi mi, ettirmedi mi size?!.’
Hocaefendi’nin Burdur’da yakalandığı günün gecesi Hacı Kemal Erimez ancak gece saat 01:00 sularında Anavatan Partisi Bilecek Milletvekili Recep Kaya’nın, İstanbul Erenköy’deki evine ulaşabildi ve çok önemli bir konu olduğunu, eve gelmek istediklerini söyledi. Yaklaşık bir saat sonra eve gelen Hocaefendi’nin iki arkadaşı Kaya’ya, Hocaefendi’nin Burdar’da gözaltına alındığını, işlemlerin normal seyrinde gitmesi için Başbakan Turgut Özal’ın durumdan haberdar edilmesini istedi.
Kaya, ilk önce İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut’u aradı. “Fethullah Hoca Burdur’da gözaltına alınmış. Emniyet’in bodrum katında aç ve susuz bekletiyorlar” dedi. Habere şaşıran Akbulut, “Hemen başbakanı ara, bilgilendir” dedi.
Bilecek Milletvekili Recep Kaya, Özal’ın dayısı Mustafa Asım Doğan’ın kızıyla evliydi. Hem Özal’la akrabaydı, hem de ANAP’ın kuruluşunda bulunmuştu. Recep Kaya Başbakanlık Konutu’nun numarasını çevirdi. İlk iki aramada telefon meşguldü. Üçüncü aramada Özal’ın Özel Kalem Müdürü Hüseyin Aksoy çıktı. Gecenin saat 02:30’uydu. Aksoy’un “Konu ne?” sorusuna Kaya, “Acil ve özel bir konu” dedi. Bir dakika sonra Özal hattaydı. Recep Kaya, “Efendim, Fethullah Hoca Burdur’da gözaltına alınmış” der demez Özal, “Haberim oldu. Galip söyledi” dedi. Özal’ın Galip dediği kişi, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Galip Demirel’di. Özal, Adalet Bakanı Nejat Eldem’i de arayarak bilgi almıştı.
İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Galip Demirel’le birlikte o gece Hocaefendi’nin gözaltına alındığı haberini alan kişilerden biri de Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan Bedük’tü. Demirel ve Bedük, Burdur Valisi İsmail Günindi ve Burdur Emniyet Müdürü Nail Bozkurt’u arayarak, Hocaefendi’nin durumu hakkında bilgi alıp Özal’a aktarmışlardı.
Hocaefendi’nin sıkıyönetim dönemindeki bir arama kaydı sebebiyle gözaltına alındığını öğrenen Turgut Özal:
“Memlekette hâlâ sıkıyönetim mi var? Bir suçu varsa mahkemeye gönderilsin, yoksa serbest bırakılsın” diyerek tepkisini göstermişti. Memlekette hala darbe kurallarıyla hareket edilmesi, kendisini demokrasi ve sivil hukuk kurallarının geçerli olacağı bir ülke için adayan Özal’ı üzmüştü.
Artı, kendisini yakından tanıdığı Hocaefendi’nin vaaz ve sohbetlerinden dolayı gözaltına alındığını anlamıştı. Varsa bir suçu mahkemeye gönderilsin, yargılansın yoksa serbest bırakılsın, diyordu. Masum bir insanın hücrede zorla suç isnat edilerek işkence görmesi ne hukuka ne de insanlık onuruna yakışırdı.
BURDUR'DAKİ TATSIZ GÜN SONU
O gece Hocaefendi’ye avukatlık yapmak üzere İstanbul’dan Burdur’a hareket eden kişi Muhammed Emin Özkan’dı. Özkan, aynı zamanda Hocaefendi’nin çok sevdiği Necip Fazıl Kısakürek’in avukatıydı. Avukat Özkan, 13 Ocak 1986 Pazartesi sabahı Burdur’a vardığında sabah saat dokuzdu.
O sabah Hocaefendi sorguya alındı. Hocaefendi’ye: “Sen Türkiye’ye şeriat getirme, Cumhuriyet’i yıkma ve dini esaslar üzerine devlet kurma kararı içinde bulunan bir cemiyetin başındasın” deniliyordu.
Hocaefendi, “Ben senelerce devletin vaizi olarak cami kürsülerinde Allah’ı ve Peygamber’i anlattım. Fırsat olursa yine anlatırım” diyerek yaptığı hizmetlerin hukuki ifade etti. “Niye teslim olmadınız?” şeklindeki soruya da Hocaefendi, “Kaldığım yerden ayrıldım, siz gelmişsiniz. Annemin evine geldiğimde siz gitmişsiniz. Allah beni sizinle karşılaştırmadı. Ben de kendi irademle gelip teslim olmak istemedim” diyerek cevap verdi.
Burdur’a gelen Avukat Özkan’ın ilk işi Burdur Adliyesi’ne gitmek oldu. Amacı, Hocaefendi hakkındaki tutuklama kararının içeriğini görmekti. Adliyede karşılaştığı manzara şaşırtıcıydı. Hocaefendi hakkında bir tutuklama kararı yoktu. Adliye binasından çıkan avukat, doğruca Hocaefendi’nin tutulduğu Burdur Emniyeti’ne gitti. Emniyet Müdürü Nail Bozkurt’a, Hocaefendi ile görüşmek istediğini söyledi.
Emniyet müdürü çok tuhaf bir cevap verdi: “İstihbarat aldı, biz karışmıyoruz. Onun için görüşemezsiniz!” Bu, daha da vahim bir durumdu. Hukukun işlediği ülkede bir insan ancak savcının emriyle gözaltına alınabilirdi.
Avukat Özkan, Emniyet Müdürü’nün olumsuz tavrı karşısında Hocaefendi ile görüşebilmek için bir vekâletname hazırlamak istedi. Fakat, Hocaefendi emniyet’te olduğundan, ancak Burdur noterinin Emniyet’e gelmesiyle avukat vekâletnamesi düzenlenebilirdi. Burdur noteri ikna edildi.
Fakat, Burdur Emniyet müdürü, görüştürmeme tavrında aynen ısrar ediyor, avukatın bu talebine de ‘hayır!’ diyordu. Avukat Özkan, “Şu anda gözaltında bulundurduğunuz Fethullah Gülen bana vekâlet vermek istiyor. Noterin giremeyeceği yer yoktur” diye çıkışınca emniyet müdürü mecburen razı oldu. Noter ve avukat, Hocaefendi’nin yanına indiler. Bu sefer, nüfus cüzdanı problemi vardı. Noter, “Nüfus cüzdanı olmadan vekâletname olmaz” dedi. Bu durumda ancak iki kişinin şahitliğinde vekâletname düzenlenebilirdi. Bunun üzerine ANAP Burdur İl Başkanı Sait Ekinci ve Burdur İl Sağlık Müdürü Doktor Hüseyin Rençber vekâletname için şahitlik yaptılar.
Avukat Özkan bu vekâletnameyi Emniyet müdürüne verip, “Ben şu andan itibaren Fethullah Gülen’in avukatıyım. Görüşme talep ediyorum” dedi. Emniyet müdürünün izniyle alt kata Hocaefendi’nin yanına inen Özkan, Hocaefendi’ye:
“Hakkınızda ne bir yakalama emri, ne de tutuklama emri var. Bütün illerdeki Emniyet müdürlüklerine sormuşlar. Sadece İzmir Emniyeti ‘arıyoruz’ demiş. Bizi İzmir’e gönderecekler” dedi.
Turgut Özal’ın devreye girmesiyle zulme dönüşen işkenceler sona ermiş, hukuk kurallarına göre hareket edilmişti. Hocaefendi’nin ifadesinin alınıp İzmir’e gönderilmesinde Başbakan Turgut Özal’ın büyük etkisi vardı. Sonraki zamanda Hocaefendi, Turgut Özal’ın o iyiliğini, o günkü centilmenliğini şu sözlerle anlatacaktı:
‘Sizi böyle bir cendereden kurtarmanın ne demek olduğunu unutamazsınız. Burdur'da derdest ettiler, Turgut Bey'e haber gidince -o zaman Başbakan- gece bakanlarını çağırıyor ve problemi çözmek için devreye giriyor. Şimdi ben Turgut Bey'in o iyiliğini unutamam. Gece ikide mi, bir de mi kendisine haber verilince hemen kabineyi çağırıyor, bakanlara "arkadaşlar, bugün ruznamemizin tek maddesi var, o da Fethullah Hoca tutuklanmış, bu meseleyi çözmemiz lazım" diyor.
‘Ben o sırada yirmi dört saat hep "lan" dinledim; "lan yalan söylüyorsun, komünistlerden daha kötüsün..." Böyle bir tazyik içinde yüzünüze tükürüyorlar, "ulan seni konuştururuz" diyorlar, "öldürmesini de biliriz" diyorlar. Orada yakalanan bir arkadaşımıza da demişler zaten tokatlarken, "onu gebertecektik fakat kalabalıktı onun için, başımıza iş açarız diye gebertmedik." demiş.
Böyle bir durumda ben Turgut Bey'in o günkü o centilmenliğini unutamam. Adamlar şaşırdılar, elleri ayakları dolaşmaya başladı. İfade alırken birisi içeriye girdi, "bırakın, yahu başımıza dert alacağız" dediler. Daha sonra İzmir'e getirdiler, İzmir emniyeti "biz kabul etmiyoruz, biz aramıyoruz bunu" dedi. Yahu ne oldu hani arıyordunuz, siz altı senedir arıyordunuz. Her tarafa resmen resmimi astınız. Şimdi de "aramıyoruz" diyorlar. Burdur "biz bu olaya sahip çıkmıyoruz" diyor İzmir'e. Formül bulamıyorlar.
Nihayet İzmir'de bir formül buldular. Bizim avukat Özkan Bey durumu anlattı. Bir kağıt imzalattılar ve bizi İzmir'den serbest bıraktılar. Beni emniyet arabalarıyla dışarıya çıkardılar. O gün o yolda İstanbul'a doğru geliyoruz taksiyle, inşirahımın sınırını anlayamazsınız. Şimdi bunların hepsini bir kenara atıp Özal'ın iyiliğini orada unutmamız mümkün değildir. İnsanı sevindiren şeyler, insana yardım meselesi bunlar.’ (Türk basınında Fethullah Gülen hakkında dizi yazılar, dosyalar; Nuriye Akman, 23.01.1995; Reha Muhtar, 3 Temmuz 1995 TRT Ateş Hattı; Hulusi Turgut, 18.01.1998 Fethullah Gülen ve Okulları, Aksiyon 13.04.1996, Sayı 71, Bu Dünyadan Bir Özal Geçti …)
Hocaefendi’nin Burdur’da gözaltına alınmasının sebebi İzmir’deki eski sıkıyönetim kaydıydı. Dolayısıyla prosedür gereği İzmir’e gönderilmesi ve oradan serbest bırakılması gerekiyordu. Hocaefendi’yi İzmir Emniyeti’nde gece yarısı nöbetçi müdür karşıladı.
İzmir Emniyet Müdürü Ahmet Karakurt bir müddet sonra evinden Emniyet’e geldi. Hocaefendi’yi Emniyet’in beşinci katındaki Siyasi Şube’ye çıkardılar. İzmir Emniyet Müdürü Karakurt, yaptığı tetkiklerde ve baktığı savcılık dosyalarında böyle bir aramaya rastlamamıştı: “Ben kabul etmiyorum, biz böyle bir adamı aramıyoruz.” diyordu. Savcılar tarafından Hocaefendi hakkında açılmış herhangi bir soruşturma ve suç evrakı yoktu.
Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı ve Burdur arasında yaşanan haberleşme neticesinde, sıkıyönetim kayıtları sebebiyle Hocaefendi’nin altı yıldır arandığını söyleyen İzmir Emniyeti de “Fethulllah Gülen’i aramıyoruz” diyordu
Bu gelişmeler üzerine Hocaefendi’ye:
“İstihbaratçılar olaydan çekildi. Sizi Burdur’a geri göndereceğiz” dediler.
Hocaefendi’nin Burdur’a geri gönderilmesine Avukat Özkan, “Olmaz, oraya gönderemezsiniz, madem gönderecektiniz, bizi buraya niye getirdiniz? Ya bizi mahkemeye sevk edin ya da serbest bırakın” diyerek haklı gerekçelerle itiraz etti. Diğer yandan, Burdur Emniyeti de bu arama ile hiçbir ilgilerinin olmadığını ileri sürerek Hocaefendi’nin kendilerine geri getirilmesini istemiyordu. Burdur Emniyet müdürü, İzmir Emniyeti’ne “Sizin sıkıyönetiminiz arıyordu. Onun için yakalandı.
Ne diye şimdi kabul etmiyorsunuz?” diyordu. Bu işin uzamasından sıkılan insanlar sonunda, Hocaefendi, Burdur’a geri götürülüp oradan serbest bırakılmış gibi tutanak tuttular. Zira, günlerden beri mağdur edilen bir insanın boş yere bir kere daha oradan oraya sürüklenmesi manasızdı. Hocaefendi için 12 Eylül İhtilali ve sıkıyönetim, işte o gün tutulan o tutanakla bitmiş oldu.
Hocaefendi, serbest kaldıktan sonra avukatı ve beraberindeki birkaç kişiyle İstanbul’a doğru yola çıktı. Hocaefendi, o gün hissettiklerini yaptığı mülakatlarda: “O gün o yolda İstanbul’a doğru geliyoruz taksiyle, gönül huzurumun sınırını anlayamazsınız” diyerek anlatacaktı.
Fethullah Gülen Hocaefendi için 6 yıllık sıkıntılı takip artık bitmişti. Hocaefendi, 1986’dan sonra İzmir’le İstanbul arasında devamlı gidip gelmeye başladı.
BÜYÜK ÇAMLICA CAMİİ'NDE VAAZ VERMESİ (1986)
Hocaefendi, hem Miraç Kandili, hem de Büyük Çamlıca Camii'nin açılışı münasebetiyle altı yıllık aradan sonra 6 Nisan 1986’da Büyük Çamlıca Camii’nde ilk defa vaaz verdi.
Hocaefendi, yıllar sonra bir röportajda bunu şöyle ifade ediyor: "Vaizlikten 4-5 sene uzaklaştıktan sonra yeniden cemaatle yüz yüze geldiğimde karşılıklı bir konuşma yapıyormuşuz gibi bir mütekabiliyet yaşanıyordu. Yani onlar bakışlarıyla bir şey ifade ediyor, bir şey veriyorlardı.
Siz de onların bir hizmetçisi olarak onlara bir şey vermeye çalışıyordunuz. Bir dönem engellenmişti vaazlar.... Cemaat karşısında benim yaptığım, onlara bir şey anlatmaktan daha çok, drahşan çehrelerinde bazı şeyleri okuma, onlarda bulduğum, duyduğum, hissettiğim şeyleri onlara ifade etmeydi." (Zaman, 23.08.1995)
Hocaefendi, vaazın başlarında zamanın dairevî hareketini ifade ettikten sonra geleceğin inşirah veren günlerini vicdanında duyduğunu ifade ediyordu:
"Zaman durmadan deveran ediyor, karanlıkları ışıklar takip ediyor, gündüzler gecelerin arkasından süratle geliyor, tatlı haller sıkıntılı halleri takip ediyor, fena günlerin arkasından iyi günler içlerimize inşirah salıyor, huzur salıyor. 've tilke'l-eyyâmu nudâviluhâ beyne'n-nâs' ( l-i İmran, 3/140) ferman-ı subhanisini Allah'ın döndürülmez, çevrilmez muhteşem yedinde, kudret elinde daima dönüp duruyor görüyoruz. Allah, zamanı eline takmış çeviriyor ve zaman dairevî olarak hareket ediyor, zaman müstakim bir hat gibi gitmiyor.
Bugün birilerine bayram, yarın başkalarına bayram. Bugün birilerine sevinç, yarın başkalarına sevinç. Bugün birileri derenin dibinde emekleyip duracaklar, ama yarın bunlar zirvelerde gezmeye namzet. Bugün ortalık kurak ve çorak olabilir. Ama bugünün toprağının bağrına dökülen cennetteki kevserlerden daha kutsi gözyaşları yarını çemenzar haline getireceğinde kimsenin şüphesi olmasın. Daha şimdiden biz içlerimize inşirah salacak o günlerin tatlı tatlı cennet-nümun esintilerini vicdanlarımızda duyuyoruz."
ÇERNOBİL FACİASI (26 Nisan 1986)
Bir deney sırasında meydana gelen 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıdır. Sovyetler Birliği devletlerinden biri olan Ukrayna'nın Kiev iline bağlı Çernobil kentindeki Nükleer Güç Reaktörünün 4. ünitesinde 26 Nisan 1986 günü erken saatlerde nükleer bir kaza meydana geldi. Kaza sonrasında atmosfere büyük miktarda fisyon ürünleri salındığı 30 Nisan 1986 günü tüm dünya tarafından öğrenildi. Bu olayda Avrupa'nın birçok bölgesi ciddi anlamda hasar gördü.
HOCAEFENDİ'NİN KUTSAL TOPRAKLARA GİTMESİ (1986)
Ali Katırcıoğlu (Kervancı), daha önce 1974-75-76'da üst üste üç defa hacca gitmişti. Sonra Hocaefendi'yi daha yakından tanıyınca, hacca gitmektense hayır hasenat işlerine ağırlık vermek gerektiğini anladı.
Gerisini şöyle anlatıyor Ali Kervancı Bey: “Ancak oralara olan iştiyak da içimizi kavuruyordu. 1986 yılıydı, bir gün (Hocaefendi’nin) odasına girdim. ‘Siz buradasınız, biz de gidemiyoruz. Hacca bir niyet etseniz, bizi de yanınıza alırsanız... Çok arzu ediyoruz.’ dedim. Kırmadı, Allah razı olsun. 1986 yılında hacca gittik beraber.”
Fethullah Gülen Hocaefendi Hacca gidişini şöyle anlatıyor:
‘Hacca gitme kararı aldıktan sonra Diyarbakır hadisesi oldu ve gazetelerde resimlerim yayınlandı. Pasaport için İzmir Emniyeti'ne müracaat ettim. Emniyette bizi saygıyla karşıladılar ve pasaportu hemen verdiler. Fakat ardından savcılık benim hakkımda tahkikat başlattı. Yurt dışına çıkmama tahdit konulması söz konusu oldu.
Kesin tahdit konulmadan, hacca gideyim, hem bir süre görünmezsem ortalık durulur, sakinleşir, dedim. Hacca giderken hava bozulmaya, bulanmaya başladı. Nihayet Cenab-ı Hak lutfetti, mevsimi de gelmişti. Hiçbir engele takılmadan gittik. Daha evvel 1974 yılında hac ziyaretimde, gidişim de gelişim de çok zor olmuştu. Bu sefer Ankara'dan uçağa bindik. Yolda yakalanır mıyız diye endişelenmemiz de çok şükür boş çıktı.’
DİYARBAKIR HADİSESİ
Türk Ceza Kanunu’nun 163'üncü maddesi yürürlükteydi ve 1986 yılında Türkiye’de sıkıyönetim hala devam ediyordu. İşte öyle bir ortamda Diyarbakır’daki bir eve baskın yapılmıştı. 1970’li yıllarda İzmir’de Yüksek İslam Enstitüsü’nde öğrenciyken Hocaefendi’yle tanışan ve onun vaaz verdiği Bornova Camii’nin hocası olan Mehmet Özyurt, gözaltına alınıp tutuklanmıştı.
Zira, Risale-i Nur'ları bulundurmak suçtu. Bir araya gelip toplu ders yapmak ise affedilmeyecek bir eylem sayılıyordu. Diyarbakır Cezaevi’ne konulan Özyurt’un not defterindeki bazı bilgilerden hareketle Hocaefendi’nin ismini de olaya karıştırdılar.
Diyarbakır baskınından sonra bir kısım basın 'irtica' yaygaralarına tekrar başladı. Manşetler 'İrtica' diye çekilirken birinci sayfaya, manşetin altına Hocaefendi’nin video kaydından alınan sarıklı resimleri konuluyordu. Mevcudiyeti ve düşünceleri büyük bir suçmuş gibi gösteriliyordu. Hocaefendi, resmin altındaki yazıları okudukça ürperiyordu. Hele bir tanesi resmini altına kocaman harflerle 'İşte Fethullah Hoca' diye yazmıştı.
Hayatında hiç evlenmemiş olmasına rağmen dört karısı olduğu, dikili bir ağacı bulunmamasına rağmen İzmir'den Edremit'e zeytinliklerinin bulunduğu iddiaları yer alıyordu. Gün, her türlü belanın etrafta dolaştığı gündü. İşte böylesi sıkıntılı günlerin ardından Hocaefendi, Ali Kervancı'nın ısrarıyla hacca gitmeye karar vermişti...
Bu dönemde, medyada kendi aleyhinde çıkan şiddetli haberleri kastederek: “Buna karşı ruhumda duyup hissettiğim sıkıntılarla, yine özlemini çektiğim o kutsal mekanlara gidip, dua etme ve o arındırma muslukları altında yıkanma ihtiyacını duydum.’ diyor Hocaefendi.
Ve Hocaefendi, 6 Haziran 1986 yılında üçüncü kez hac yolculuğuna çıktı.
MEDİNE'DE GÖZALTINA ALINMASI
Bu üçüncü haccında Medine’de Mescid-i Nebevi’de namazdan sonra bazı hacılar Hocaefendi’nin etrafını sardı. Hocaefendi’ye ısrarla “Bize sohbet edin!” dediler. Fakat, Hocaefendi, “Söz sultanının makamındayız. Onun yanında konuşmaktan hayâ ederim.” diyerek bu teklifi kabul etmedi.
Bu sıralarda Avrupa’dan hacca gelmiş olan bazı Türkler Medine’de Hocaefendi’yi görünce yanına gelip kendisiyle kucaklaştılar, ona hürmette bulundular. Suudi polisi sırf birkaç kişi ona bu şekilde ilgi gösterdi diye onu alıp karakola götürdü.
Hocaefendi’nin yanında Ali Katırcıoğlu vardı. Ali Bey hemen bir taksi tutup öğrenimini İzmir’de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapmış olan ve Medine’de çalışan Ürdün asıllı Doktor Ahmed Kahid’i bulmaya gitti.
Doktor Kahid, İzmir’deki öğrencilik yıllarında Hocaefendi’yi tanımıştı. Hatta, 12 Mart’ta Dr. Kâhid de tutuklanmış ve Hocaefendi ile birlikte hapiste kalmıştı.
Hocaefendi, Dr. Kahid'den şöyle bahsediyor: ‘Bir gün de Dr. Kâhid'i getirdiler. Dört ülkücü ve diğerleri bizim arkadaşlar epeyce bir kalabalık olduk… Dr. Kâhid Bey'i çok mert gördüm. Yabancı bir ülkede, yabancı uyruklu bir insan… Bir de sıkıntıdan hanımının çocuk düşürdüğü haberi geldi. Ama bütün bunlardan o hiç sarsılmadı. Abide gibi ayakta durdu. Şen, şakrak ve de neşeli…’
Demek ki insanlar imtihan olmadan belli olmuyorlar. Ben, Hz. Ömer Efendimizin bir insanı tanımada ölçü birimi olarak koyduğu üç kaideye bir dördüncüsünü ilave ettim: Hapishanede beraber kalma… Hapishane psikozlarını paylaşma, oradaki tafralara göğüs germe ve bu arada kardeşliği devam ettirme meselesi…’
İşte, Hocaefendi ancak Doktor Kahid’in araya girmesi ve kefil olmasıyla serbest kalabildi. Serbest bırakılırken bir de kâğıt imzalamak zorunda kaldı. Kâğıda göre Hocaefendi bir daha aynı hareketi yapmayacaktı. Türk hacılarla bir araya gelmesine ve onlarla kucaklaşmasına yasak getirilmişti. Aksi halde, haccı tamamlayamadan sınır dışı edilecekti.
Hocaefendi, birkaç hacı gelip kendisine sarıldı, kucaklaştı diye karakola gidip hesap vermesini aklına, mantığına hiç sığdıramadı. Demokrasinin dindar insanlar için ne kadar kıymetli olduğunu orada net gördü.
1986 YILINDA HACDAN DÖNÜŞ...
Hocaefendi, hacdayken Türkiye’de kendisinin suçlu ilan edildiğini duyuyordu. Fakat tam olarak ne ile suçlandığını bilmiyordu. Burdur olayı yeni atlatılmışken, bu gelişme hiç de hayra alamet değildi. Aslında hakkında bir arama emri olup olmadığı da tam olarak belli değildi. Türkiye’ye döner dönmez uçağın kapısında gözaltına alınmak gibi kötü bir hadise yaşamak istemiyordu.
Dostları bundan sonraki hayatını Medine’de devam ettirmesi ic¸in yogˆun ısrarda bulundular. Ancak Hocaefendi bunu kabul etmedi. Yakalanmadan Tu¨rkiye’ye girip suc¸suz oldugˆunu ispat etmek istiyordu. Kac¸ması ha^linde suc¸u kabul etmis¸ olacagˆını, oysa suc¸suz oldugˆunu ifade ediyordu.
Kendisiyle birlikte hacca gelmiş olan İsmail Büyükçelebi ve Barbaros Kocatürk’ü önden uçakla Türkiye’ye gönderdi. Türkiye’ye inen uçağın kapısında gerçekten iki sivil memur, uçaktaki yolcuların kimliğini tek tek kontrol etti. Büyükçelebi, durumu telefonla Hocaefendi’ye iletti.
Türkiye'de havaalanlarında sıkı aramalar ve kontroller yapıldığını, birtakım listelerin elden ele dolaştığını ve Fethullah Gülen isminin bu listelerde baş sıralarda yer aldığını Hocaefendi’ye bildirdi. Haberler fevkalade endişe vericiydi. Bir yanda yıllardır özlemini duyduğu Peygamber diyarında kalmak, bir yanda da dönmesi halinde her türlü sıkıntıya katlanmak zorunda kalacağı ülkesi vardı.
Normal şartlarda, Hocaefendi de bu uçakla Türkiye’ye dönecekti. Ve gelmesi durumunda gözaltına alınacağı çok açıktı.
"BİRİCİK SEVDAM HİZMET"
Fethullah Gülen Hocaefendi, kutsal topraklara gelen herkes gibi buradan ayrılmak istemiyordu. Çünkü bu topraklarda Peygamber Efendimiz (sav) yaşamış, Hz. İbrahim evladını bu topraklara emanet etmiş, Kuran-ı Kerim bu topraklarda nazil olmuş, İslam’ın varlık mücadelesi bu topraklarda verilmiş ve bu topraklar İlk Müslüman şehitlerin kanlarıyla sulanmıştı...
Bu topraklar İslam'ın 'Altın Silsilesi'nin doğup büyüdüğü, bütün dünyaya kol kol yayıldığı mübarek beldeydi. Belde ne kelime, altından daha değerli idi... Ama, Bediüzzaman’ın “Ben Mekke ve Medine'de olsam yine buraya (Türkiye’ye) gelirdim; çünkü burası Alem-i İslam'ın anahtar merkezidir. Buranın düzelmesi Alem-i İslam'ın düzelmesine vesile olacak.” dava şuurunu misliyle Hocaefendi de hissediyordu. Onun için ne olursa olsun ülkesine dönmek istiyordu.
Bir “komplo”yla karşı karşıya olduğunu düşünen Hocaefendi, Türkiye’ye karayoluyla giriş yapmaya, Diyarbakır olayının içyüzünü öğrendikten sonra kendiliğinden savcıya gidip ifade vermeye karar verdi.
Hocaefendi 1986 yılının Eylül ayında ilk önce Cidde’den uçakla Ürdün’ün başkenti Amman’a, oradan Suriye’nin başkenti Şam’a geçti. Şam’dan Türkiye sınırındaki Halep’e gidecek, oradan da Kilis’ten Türkiye’ye giriş yapacaktı.
Ali Kervancı (Katırcıoğlu) anlatıyor: “Hac dönüşü haber aldık Hocaefendi Türkiye'de aranıyormuş. Herkes döndü, Mehmet Demircan, ben ve Hocaefendi üçümüz kaldık; dönüş biletlerini yakma pahasına, biraz tereddüt geçirsek de orada kaldık. Ben Arapça bilmiyordum, Demircan da çat pat. Hocaefendi ülkemizi çok seviyordu. Her ne pahasına olursa olsun ülkemize dönmemize karar verdi. Orada bulunan Muhammet Sungur'u da yanımıza alarak karayolu ile gelmeye karar verdik.”
Hocaefendi anlatıyor: “Bizim arkadaşlar bir grup halinde Kilis'e gelmişler. Sınırdan gizlice insan geçiriliyormuş. Uçakla Amman'a gittik.
Oradan bir başka uçakla Şam'a geçtik. Dört kişiydik. Şam'dan bir an evvel çıkıp Halep'e, Halep'ten de Kilis'e geçmeyi düşünüyorduk. Halep'te Yeşil Otel'e yerleşip bizi sınırdan geçirecek kimselerle görüşmeyi planlıyorduk.
Yeşil Otel, otelden başka her şeye benziyordu. Harabe halindeydi. Hiç kullanılmayan odaları vardı. Yataklar berbat, çarşafları kirliydi. Türkiye'den gelme birisinin işlettiği her türlü pis işin çevrildiği bir oteldi.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, her gün telefon ile Kilis'te kendisini Türkiye'ye sokmaya çalışan arkadaşlarıyla görüşüyordu. Planlar yapılıyor, bozuluyordu. Bir şoförle kendilerini sınırdan geçirmesi için görüştüler ve o günün parasıyla 500 bin lira teklif ettiler. Fakat şoför son anda işten vazgeçti. Görüştükleri insanların bir kısmı olur, derken bir kısmı mümkün olmadığını, muhakkak pasaport soracaklarını söylüyordu.
Hocaefendi, bu sıkıntılar içinde yanındakilere şöyle diyordu:
“Herkes gayr-ı meşru iş yapıyor. Bazı insanlar, rüşvetle filan, istedikleri gibi girip çıkabiliyor. Bizim gibi insanlar ise emniyetin kıskacında perişan oluyor.”
Bir de işin diğer yanını düşündü Hocaefendi: Suriye'ye girişlerinde onlardan 'toprakbastı parası' almışlardı. Hiç kullanmayacakları halde paraları Suriye parası ile değiştirilmiş, üstelik hak ettiklerinin yarısını kendilerine vermemişlerdi.
14 Ekim 2019 17:12