Trafik kazalarının bir numaralı sebebi aşırı hız. Hızın aşırı oluşu, yolun, arabanın ve trafiğin durumuna da bağlıdır.
Bir yerde aşırı sayılmayan hız, farklı şartlarda aşırı sayılır. Fakat en açığı, hız göstergesini alabildiğine yükseltme arzusudur.
Kimse şoförlüğüne laf söyletmez. "Benim eksiğim var" demez kimse. Bir insan park ederken bile belli olur. İki manevrayla park etmek mümkün iken, 40 defa git-gel yapıyor. Ama böyle bir insan yola çıkınca 160'lara, 180'lere çıkmakta bir sakınca görmüyor!
Mesele "ehliyetname" meselesi değil. Herkes ilk sürücü belgesini aldığı zaman acemidir. Bunun farkında ise yavaş yavaş kendini geliştirir; farkında değil ise hep aynı kalır. Sadece ehliyeti kıdem kazanır, kendisi aynı yerde durur.
Bir arabanın km tablosunda 200, hatta 250 km yazabilir. Bu şu demektir: "Bu arabanın her parçası mükemmel, şoförü mükemmel, gideceği yol şartları mükemmel ise 200 (yahut) 250 km'ye çıkabilir." Azami limit, mükemmeliyet ister; onu simgeler.
Peki, şartlar tamam olsa bile buna ihtiyaç var mı? Yok. Yarışa, teste, maceraya çıkmadık; yolculuk yapıyoruz. Çok yüksek hız, kullananın da yolcuların da psikolojisini olumsuz etkiler. Özel merakın varsa otomobil yarışları sporuna katılırsın. Normal trafikte normal yolcularla bunu yapmaya hakkın yok; beni germeye hakkın yok. Sen arabanı kullanırsın, beni kullanamazsın! Yakınım bile olsa ona bu hakkı vermem. "Makul" olacaksın, "makul" gideceksin. "Makul"ün ölçüsü bellidir.
Bir taksici arkadaşımız, 1967'lerde bir kaza yapmış, bir kişi de hayatını kaybetmişti. Fren patlamış, yağlar yere akmış, el frenini çekmiş telleri dağılmış... Duramamış da, kaçamamış da. Karşıdan karşıya geçerken bir ileri bir geri giden taşralı bir vatandaşa çarpmış... Bizim bir Nurettin ağabeyimiz vardı ve derdi ki: "Genellikle her kaza sürücü hatasındandır." Ona sordum: "Ne yapsın bu arkadaşımız şimdi? Freni patlamış." Güldü. "Gitsinler baksınlar, fren kampanaları kaç defa torna yemiş?" dedi. Bilmediğim bir şeydi. Öğrenince hak verdim.
Eskiden bir usta-çırak ilişkisi vardı. Bu işi meslek edinmiş olanlar arasında değil sadece. Herkesi kapsıyordu. Şimdi 20 yaşında bir genç kendini usta sayıyor, bundan dolayı da bazı açılardan hiç gelişmeksizin öylece devam ediyor. Üstelik uyarı sözü de söylenmiyor kimseye!
... Eski şartlarda Şişhane'den çıkıyoruz. Trafik yoğun. Dur-kalklar yapıyoruz. Ve arabayı kullanan genç kardeşimiz, biraz da ustalık gösterisi olarak frene basmadan kavrama noktasında durup öyle kalkıyor. Arabadaki abi seslendi: "Kavramada çok durma, balatayı yersin." Nitekim az sonra balata kokusu gelmeye başladı... Bir gün oldukça göllenmiş bir yerden geçtik. Bir abiden uyarı geldi: "Arada sırada frene bas. Balatalar ıslanmış olabilir." Ne yazık ki bu geleneğimiz de kayboldu gitti. Artık tecrübeler, yararlanmadan yaşanıyor.
En çok halim selim insanların hız tutkusuna hayret ediyorum. İçlerinde yaşlı başlı ve dindar olanlar da var. Psikolojik yapımızla değil, şahsiyet yapımızla ilgili bir terslik söz konusu. Mesele patolojik falan değil, "fikrî". Makul, ölçülü, itidalli, tedbirli olmak, insan hayatına değer vermek; İslam ahlakının esaslarındandır. Nasıl oluyor bu? Bir iki yıl önce 75 yaşında bir dostumuz, ki makam mevki görmüş bir şahsiyetti, "aşırı hız, hatalı sollama"dan hayatını kaybetmişti. Hiçbir şeyle bağdaşmayan bir hal. "Düşünce" kullanmıyoruz biz. Düşünce kullanmazsan, eşyayı da, arabayı da böyle kullanırsın... Direksiyon hakimiyetini kaybetmiş. Nasıl olmuş o? Yere yağ mı dökülmüş, rot mu çıkmış, buzlanma mı varmış? Aşırı hızdan araba fırlamış gitmiş. Türkçesi böyle.
Trafik kuralları meselesi değil bu; "hayat kuralları" meselesi. Makul insanlar olmaktan çıktık.
Kurban Bayramı pazara rastlıyor, çarşamba bitiyor. Tatil, cumartesi başlar, perşembe-cuma kafadan tatil olur; 9 gün daha! Aynı tablo yine yaşanır. Hangi musibet kimi itidale sevk etmiş bugüne kadar? Düşünmeyen insanın iradesi bir kısırdöngünün mahkûmu haline gelir. İtidal şuuru mizacın malı olmamışsa, akılları pazara çıkarsan herkes kendi aklını seçer!