Türkiye'deki üniversitelerin çoğu 2006'dan sonra açıldı. Avrupa Birliği üyesi 27 ülkenin toplam nüfusu yaklaşık 450 milyon ve birlik üyesi ülkelerde 18 milyon yükseköğrenim öğrencisi var. 85 milyonluk Türkiye'de ise bu sayı 8 milyon.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'deki üniversite öğrencisi sayısını Almanya Başbakanı Angela Merkel'e söylediğinde, Merkel'in çok şaşırdığını açıklamıştı.
Son yıllarda yükseköğretimde yaşanan bu rakamsal büyüme, niteliğe de yansıyor mu?
Üniversitelerin en önemli görevlerinden olan araştırma ve bilim üretimi nasıl etkileniyor?
BBC Türkçe'nin haberinde Chicago Üniversitesi Ekonomi Departmanı'ndan Arnold C. Harberger kürsüsü sahibi Prof. Dr. Ufuk Akciğit, Cumhuriyet Üniversitesi'nden Doç. Dr. Selçuk Beşir Demir, Boğaziçi Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ziya Toprak, araştırmacı Deniz Bozkurt Pekar ve ismini vermek istemeyen bir akademisyen Türkiye'deki üniversiteleri araştırma ve bilim üretimi açısından değerlendirdi.
Araştırma üniversitenin kalitesinde en önemli faktör
Üniversitelerin sıralamasını yapan Times Higher Education'a göre, bir üniversitenin değerini etkileyen en önemli faktör, yayımlanan araştırma sayısı.
Chicago Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ufuk Akçiğit ve Dr. Elif Özcan-Tok'un hazırladığı "Türkiye Bilim Raporu", bu alanda yapılmış en kapsamlı inceleme. Rapor, 1903-2018 arasında yayımlanmış 540 bin araştırmayı inceliyor.
Prof. Dr. Akçiğit, üniversilerin verimliliğini nasıl hesapladıklarını anlatıyor:
"Üniversitelerin çıktısı nedir? Akademik yayın. Üniversitelerde çalışan insanlar kimler? Araştırmacılar. Dolayısıyla araştırmacı başına düşen yayın hesaplaması aslında bir üniversitedeki araştırmacıların verimliliği anlamına geliyor. Biz de bunu hesapladık.
Biliyorsunuz her makalenin değeri aynı değil, önemli dergilerde etkili yayınlar var. Bazen de çok zayıf dergilerde basılmış makaleler var. Yayımlanan dergilerin etkilerini hesaba katarak ona göre hesaplamalarımızı yaptık. Yatay eksende, kişi başına düşen kaliteye göre düzenlenmiş yayın sayısını görüyoruz. Dikey eksende bir üniversitede yayın yapan araştırmacı oranını görüyoruz.
"Normalde olması gereken, tüm araştırmacıların %100'ünün yayın yapması gerektiğini bekleriz, ya da gönül öyle ister. Ama baktığınız zaman, sıfıra yakın oranlarda yayın yapan araştırmacıların olduğu üniversiteler görüyoruz."
Bu tablodaki sarı noktalar, 2006 sonrası açılan üniversiteleri gösteriyor. 2006 sonrası açılan üniversiteler iki eksende de sıfır noktasına daha yakınlar. Dolayısıyla iki verimlilik kriteri açısından da 2006 sonrası açılan üniversiteler, daha eski universitelerden geride gözüküyor.
2006 neden bir kırılma noktası?
Türkiye'de 2006'dan sonra hem bugünkü üniversitelerin %50'den fazlası açıldı, hem de araştırmacı sayısı arttı. Bugün 8 milyona ulaşan öğrenci sayısı da son 15 yılda hızla arttı.
Prof. Dr. Akçiğit, 2006 sonrası araştırmacı başına düşen lisans öğrencisi sayısında ciddi bir artış olduğunu söylüyor:
"Araştırmacı başına düşen lisans öğrencisi sayısı arttıkça, araştırmacının verimliliğinin düştüğünü görüyoruz. Bu aslında çok şaşırtıcı değil. Çok fazla ders vermem gerekirse, araştırma yapmak için daha az zamanım olacak."
Bilimsel yayın sayısı da bunu gösteriyor. 2000-2006 arası Türkiye'nin bilimsel yayın sayısı artıyor, fakat 2006'da sert bir kırılmayla üretim yavaşlıyor.
Makalelerin aldıkları atıf sayılarını da analize dahil etmek, makalelerin niteliğini anlamak için iyi bir yöntem.
Zaten, bir üniversitenin bünyesinde üretilen yayınların ne kadar atıf aldığı, Times Higher Education'ın üniversite sıralamalarında dikkate aldığı ağırlıklı bir faktör.
Bir yayın ne kadar özgün ve yenilikçiyse, bilim çevresindeki etkisi de o kadar yüksek oluyor. Üstelik o araştırmayı yapan üniversitenin prestiji de artıyor.
Diğer araştırmacılar, kendi araştırmalarını, o öncü yayının üzerine inşa ederler ve akademik etik gereği o yayınlara atıf yaparlar. Türkiye'deki üniversitelerin yurt dışından aldığı ve verdiği atıflarda bilime yön veren ülkelerin payı azalıyor, bilimde takip eden niteliğinde olan ülkelerin payı ise artıyor.
Atıflar neden azalıyor olabilir?
Bunu anlamak için makalelerin kalitesine daha yakından bakalım.
Bir makalenin kalitesi hakkında, yayımlandığı derginin etki puanı yani prestiji, ipucu verebilir.
Cumhuriyet Üniversitesi'nden Doç. Dr. Selçuk Beşir Demir, "Şaibeli dergiler: Bunları kim, neden yayınlıyor?" isimli makalesinde para karşılığı yayın yapılan dergileri araştırmış:
"300, 500, 1000 dolar veriyorsunuz. Hakem süreci sağlıklı işlemiyor. Maksimum 1-1.5 ay içinde makalenizi hızlı şekilde yayınlıyorsunuz. Bu dergiler kendisine gelen neredeyse bütün makaleleri para karşılığı yayınlıyor."
Türkiye'de belli bir sayıda makale yayımlamak, akademik terfi için ön koşullardan biri. Ayrıca, "Akademik teşvik" adı altında, yayımlanan makale ve bildiri sayısına göre prim alınan bir sistem var. Bunlar, akademisyenleri daha çok sayıda yayın yapmaya teşvik ediyor.
Doç. Dr. Demir, Türkiye akademisyenlerinin şaibeli dergilere yönelmesinin bedelini değerlendiriyor:
"Bir şaibeli dergide yayın yapmak için minimum 300 dolar ödemeniz gerekir. Bazen 100'dür 1000 dolara kadar artar. Türkiye'de bildiğimize göre, geçen sene 20 bin ile 50 bin arasında şaibeli dergilerde yayın yapılmış. 20 bini 1000 dolarla çarparsanız ne yapar. 20 milyon dolar yapar.
"Gelelim kültürel boyutuna. Türkiye'nin şaibeli dergilerde yayın yapan ilk 3 ülke arasında olduğu bilinirse, bir Türk araştırmacı olarak prestiji kalır mı? Türkiye'nin prestiji düşüyor. Türkiye'nin üniversitelerinin ve Türkiye'nin akademisyenlerinin saygınlığı düşüyor. Türkiye'nin ürettiği bilimsel bilgiye güven düşüyor."
Türkiye akademi dünyasına damga vuran intihal oranları
İntihal, TDK'da "aşırma" olarak tanımlanıyor.
Akademide, bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeden kendisine aitmiş gibi kullanarak sahtekarlık ve hırsızlık yapması anlamına geliyor.
Kamuoyunda ses getiren ilk intihal vakalarından birine, 1981'de Uğur Mumcu dikkat çekmişti.
Mumcu, dönemin Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı İhsan Doğramacı'nın yazdığı "Annenin Kitabı"nın, Amerikalı Dr. Benjamin Spock'ın "Baby and Child Care" kitabından aşırıldığını köşesinde esprili bir dille anlatmıştı.
Son dönemin en çok konuşulan intihal vakası ise Boğaziçi Üniversitesi'ne atanan rektör Prof. Dr. Melih Bulu'nun yüksek lisans ve doktora tezleri oldu.
YÖK'ün 2015'teki kararına göre tüm tezler, zorunlu olarak intihal tespit uygulamasından geçir iliyor ve ortalama %20'nin üzerinde benzerlik taşıyan tezler kabul edilmiyor.
Ancak intihal, Türkiye'de sadece birkaç kişiye özel bir durum değil.
Boğaziçi Üniversitesi'nden Dr. Ziya Toprak'ın "Türkiye'de Akademik Yazı: İntihal ve Özgünlük" isimli makalesine göre, Türkiye'deki akademik eserlerin üçte birinde yüksek oranda intihal bulunuyor.
Dr. Toprak araştırmasının sonuçlarını paylaşıyor:
"Master tezlerinde yüksek oranda intihal oranı %36,8 doktora tezlerinde ise %26,15. İntihalli tezlerin kabul edilebilir bir oran gibi birşey söz konusu değil, intihalli tez sayısının sıfır olması gerekiyor. Daha kötüsü vakıf üniversitelerinde bu oran %46. Neredeyse iki tezden biri. İşin kötüsü, orta ve düşük oranlar eklenirse tüm bu oranlar daha da yükselir."
Yükseköğretim Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'ne göre intihal yapmanın cezası bir yarıyıl uzaklaştırma.
'Sorun Türkiye'de intihalle başa çıkış biçimimiz'
İsmini vermek istemeyen bir akademisyen ise intihal tespit ettiklerinde disiplin cezası vermenin pek mümkün olmadığını söylüyor:
"Hoca intihali tespit ettiğinde daha yüksek bir merciye durumu bildiriyor. Ama maalesef intihali yapan öğrencinin bakanın oğlu vekilin kızı olduğu öğreniliyor ve ceza uygulanmaması için hocaya tavsiye veriliyor.
"Aslında tabii intihal sadece Türkiye'ye özgün değil, dünyanın her yerinde var. Sorun Türkiye'de intihalle başa çıkış biçimimiz.
"Disiplin cezası verilmezsse, öğrenci o dersten kalmazsa, ciddi şekilde uyarılmazsa öğrenci yüksek lisansta, doktorada bunu yapacak. Akademi içten çürüyecek, ülkemiz yeni bir bilim üretemeyecek, orijinal bir fikir sunamayacak hale gelecek."
İsmini vermek istemeyen akademisyen, 21. yüzyılda başarılı olmanın özgünlükten geçtiğini vurguluyor:
"En büyük varlığımız kendimiziz. Çabalayıp kendi fikirlerini sunmaya çalışırlarsa, hem Türkiye'nin bilim geliştirmesine hem de yükseköğrenimin kalitesine artı değer kazandıracaklar. Yoksa kendi aldıkları diplomanın değeri giderek sıfırlanıyor ne yazık ki."