Türkiye'nin direnen demokrasisi

Türkiye'nin direnen demokrasisi
Demokrasimiz kolay ilerlemedi. Hep müdahaleleri konuştuk; bizi 28 Nisan sabahına götüren 60 yıllık 'ısrarı' anmalı değil miyiz?
1961'de darbe anayasası halkoyuna sunulur. Bayburt'un Aydıntepe kasabası halkı da sandık başındadır; ancak oy vermek için değil, kendilerine gönderilen 'evet' oylarını sandığa atmak için. Direnirler, Bayburt'tan 'hayır' oyları getirilir ve o getirilen oylar sandığa atılır. Hem Aydındepe'de hem de Bayburt'ta 61 Anayasası'na 'hayır' çıkar. "Biz zaten Demokrat'tık. 'Evet' dememiz mümkün değildi. Hem zarfın içindeki kırmızı renk gözüküyordu, hem de her oy verenden sonra 'hayır mı, evet mi verdiler' diye sandığa bakıyorlardı. Hiçbir şey gizleyemezdin." diyor Oltan Sungurlu o günler için. Başbakan Adnan Menderes ve bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan asılmıştı, sindirilen 'demokrat' kitleler ise mesajlarını 'gözlerime bak anlarsın' diyerek iletebiliyorlardı. "O seçimlerdeki Menderes duygusallığının dünyada bir örneği yoktur." diyor Yılmaz Karakoyunlu. 1946'dan itibaren geçilen çok partili Türk siyasi hayatı hep askerî müdahalelerle kesintiye uğradı. Darbeler her bakımdan yıkımdı. Darbeye muhatap olan merkez sağ iktidarlar, 27 Mayıs'ta olduğu gibi ya ağır bedel ödediler ya da 12 Mart ve 12 Eylül'de olduğu gibi şapkayı alıp gittiler. Darbe geliyorsa kaçınılamaz, direnilemez ve karşı konulamazdı! Yakın dönem Türk siyasi tarihinin 'darbeler tarihi' şeklinde ele alınması şaşılası değil bu yüzden. 27 Nisan 2007'de Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Genelkurmay'ın internet sitesine konan 'e-muhtıra', darbeler tarihine yeni bir çentik eklemek üzereyken, ertesi sabah hükûmet cephesinden gelen karşı bildiriyle yeni bir dönem başladı Türkiye'de. Dayatılan 367 formülünün işlemesi için Meclis'e girmeyen DYP ve Anavatan, 22 Temmuz 2007 seçimleriyle sandığa ve tarihe gömüldü. Ve AK Parti hükûmeti 'mağdur' olduğu için değil, askerî müdahaleye karşı koyduğu için büyük halk desteği aldı. Bu nedenle 27 Nisan'la başlayan süreç, Hasan Celal Güzel'in de ifadesiyle, 'bir milat'tır ve artık hiçbir şey eskisi gibi gitmemeye bu tarihte başlamıştır. 27 Nisan'dan sonra Türkiye'de ilk defa darbeler mahkemeye intikal etti ve yargı büyük bir cesaretle 'müdahaleleri' soruşturabildi. İktidar partisine açılan kapatma davası yine görülmemiş bir şekilde 'kapatılamama' ile neticelendi. Toplum 'darbe istemiyoruz' yürüyüşleri yaptı, az sayıdaki genç siviller, 'genç subaylar rahatsız' paradigmasını yerle bir etti. Bütün bunlar, 27 Nisan'a karşı duruşa halkın verdiği destekle mümkün oldu. Herkesin 27 Nisan'ı hatırladığı bir ortamda biz 28 Nisan'a dikkat çekmek ve tarihî izdüşümlerine ışık tutmak istedik. Peki, ya öncesi? Koca 60 yıllık demokratik hayatımızda yaprak kımıldamadı mı? Bartın'ın bir nahiyesinde ille de 'hayır' diyen halk sahneye ne zaman çıktı? Halkta bir memnuniyetsizlik vardı ve bir şekilde karşılığını bulacaktı. Tarihçi Kemal Karpat'a göre, Cumhuriyet'i kuranlar bunu biliyorlardı, partilerinin ismine de 'Halk Fırkası' dediler. Tek parti iktidarını taşıyan parti, 'halk' kavramını ismine taşısa bile iktidarı halka taşıyamamış, halktaki memnuniyetsizliği katlamıştı. Tek parti iktidarı Halk Partisi'ne karşı kurulan Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Fırka her seferinde halkın teveccühüne mazhar olmuş, tam da bu yüzden kısa sürede kapatılmıştı. 1946 VE HALK 1945'te çiftçileri topraklandırma kanununa mukavemet ederek 'dörtlü takrir' önergesiyle sahneye çıkan Celal Bayar ve Adnan Menderes hareketi, çok partili hayata geçişin ilk adımıdır. Sovyet tehdidi karşısında Batı Bloku'na yakınlaşan İsmet İnönü, uluslararası konjonktürün 'demokrasi' baskısıyla bu yeni partinin kurulmasına ön ayak bile oldu. Demokrat Parti (DP)'nin kurucuları eski CHP'lilerdi ve programları da büyük farklar içermiyordu başlangıçta. DP, CHP'nin içinden doğmuştu. Ahmet Demirel'e göre, İsmet İnönü tıpkı Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi bu partinin de 'güdümlü' olacağını düşünmüştü. Yılmaz Karakoyunlu, DP'nin 'demokratik' olma vasfını parti kurulduktan sonra kazandığı tezini ileri sürüyor: "Demokratikleşme hareketi, Demokrat Parti'nin il kongrelerinde oldu. Afyon Kongresi'nde avukat Kemal Bey, Balıkesir'de Esat Budakoğlu çok enteresan konuşmalar yaparak demokratikleşmenin önünü açtılar. Manisa ve İstanbul il kongreleri de çok önemlidir." 1946'da, çok partili hayatın ilk seçimlerinde, halk, oyunu 'açıkça' göstererek atmak zorunda kaldı ve sandıklar kapalı kapılar ardında yine CHP'li yöneticiler tarafından 'gizli' sayıldı. CHP'nin kazanması sürpriz olmadı. Belediye başkan adaylarının CHP il ve ilçe başkanlarınca, yani vali ve kaymakamlarca belirlendiği bir seçimdi bu. Karakoyunlu devam ediyor: "Jandarmanın tehdidi altında olan bir köy diyor ki: 'Ben hayır oyu atarsam ya da Demokratlara atarsam başıma gelmedik kalmaz.' O tarihlerde de düşününüz ki halkın yüzde 75'i köyde yaşıyor. Bir köyde yaşayanların sayısı da belli. Köylüler zorla CHP'ye oy verdirilmiştir bu seçimde. Bazı köy ve ilçeler protesto ederek oy kullanmamıştır. O tarih itibariyle jandarma dayağından imanı gevremiş bir köylünün ya da bir köyün, hükûmeti ve valiyi protesto eden cesareti dünya tarihinde örnek bir olaydır. Sen yukarıdan telkinle benim oyuma müdahale ediyorsun, beni sandığa yaklaştırmıyorsun, jandarma baskısı yapıyorsun diye seçimlere girmedi halk, bazı yerlerde." Arslanköy, Senirkent hatırlanan yerler. Samsun'un ve İzmir'in bazı ilçe ve köylerinde de halk oy vermeyi reddetti. "1946 seçimlerinde uygulanan kanun ve yöntem sayesinde CHP'nin iktidar olmasıyla, 1960'ta ihtilal yapılması arasında demokrasi ihlali açısından hiçbir fark yoktur." diyor Karakoyunlu. Kendisi, 11 ve 15 yaşlarındayken İstanbul Laleli Taşhan'daki her iki seçime de şahit olmuş. 1946-50 sürecinde parti kongreleri büyük önem arz ediyor. Demokrat Parti'ye yönelen olağanüstü ilgi CHP yönetimini telaşlandırmış, kongrelerde reform süreçleri başlamıştı. Din derslerinin konması, jakoben Recep Peker'in yerine mutasavvıf Şemsettin Günaltay'ın başbakan olarak tercih edilmesi, 'ebedi millî şef' vasfının terk edilmesi bunlardan bazıları. Nitekim siyaset bilimci Prof. Dr. Ömer Çaha, Türkiye'de demokrasinin 'olmazsa olmaz' bir sisteme dönüşmesinde bazı tutum ve duruşların etkisi olduğunu, en önemlilerinden birinin de Demokrat Parti'nin 1947'de yapılan birinci kongresinde kabul edilen Hürriyet Misakı olduğunu söylüyor: "Hürriyet Misakı, bir özgürlük ve demokrasi manifestosudur. Antidemokratik yasaların kaldırılması, parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması, seçimlerin hâkim teminatı altında yapılması, tepeden yönetim yerine halkın siyasete katılması gibi talepleri dile getiren Misak, zamanın şartları dikkate alındığında demokratik hak ve özgürlükleri haykıran bir manifestodur." 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle bir dönem kapandı. Peki, bu süreci başlatan ve kaybeden İsmet İnönü'yü nasıl anmalıyız? Gazeteci Nazlı Ilıcak, çok partili hayatın İnönü tarafından sunulan bir lütuf olmadığı görüşünde: "1946'daki seçim hilelerine karşı halk sandığına sahip çıkmış, hile yapılmasını önlemeye çalışmıştır. Ama maalesef yine de seçimler hileli yapılmıştır. O yoğun mücadelenin nihayetinde 1950'de 'gizli oy, açık tasnif' esasına geçilmiştir yurt çapında. 1946-50 arasında demokrasi konusunda hem ferdî mücadele hem parti mücadelesi var. Yani böyle, sadece bir lütuf biçiminde 1950'de genel seçimlerle CHP, Demokrat Parti'ye devretmemiştir iktidarı. Halkın tepkisi karşısında mecbur kalmıştır." Hasan Celal Güzel de İsmet İnönü'nün 'dış baskılar' nedeniyle bu sürece girdiğini, hiçbir zaman iktidarı bırakmayı istemediğini düşünüyor ve ona bir paye verilmesini doğru bulmuyor. Tarihçi Ahmet Demirel, bu süreçte Recep Peker gibi isimlerin 'Bunlar bizi bölecek, 1950'de iktidara gelecek' demesine rağmen İnönü'nün duruşunu bozmadığını hatırlatıyor. Netice itibariyle İnönü'nün siyasi öngörüleri doğru çıkmasa bile çok partili hayata geçilmiş, bu bir halk 'devrim'i niteliğine bürünmüş, buna karşı olanlarda ise 'karşı devrim' retoriği sıcaklığını hep korumuştu. Demokrat Parti'nin ilk icraatlarından biri ezanın asli formuna döndürülmesi olmuştur ki CHP de 'din açılımları' bağlamında bunu destekler. Ömer Çaha'ya göre bu da dönüm noktalarından biridir. 1950'li yıllar boyunca, daha düne kadar 'her şeyin sahibi' olan CHP siyasi etkinliğini yitirdiği gibi, 'kamu'da da itibar erozyonuna uğramıştır. 1957 seçimlerinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sadık Altıncan, Kara Kuvvetleri Komutanı İ. Hakkı Tunaboylu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Fevzi Uçaner Demokrat Parti saflarında siyasete girmişler ve milletvekili olmuşlardı. 1960 darbesine muhatap olan paşalar da daha sonraları Adalet Partisi saflarında siyaset yapacaklardı. Giderek sertleşen iktidar-muhalefet mücadelesinin siyasi alandan sokağa ve devlet dairelerine taşınacağı, hatta bir darbe ile neticeleneceği bilinemezdi. Ama hep böyle bir ihtimal vardı ve CHP artan DP otoritesine karşılık o ihtimale göz kırptı; hem öncesinde hem sonrasında 27 Mayıs'ın içinde oldu. 27 Mayıs 1960'ta düşük rütbeli askerlerin 'hücre' şeklinde örgütlenerek kurduğu cuntanın yönetime el koymasıyla, DP'nin yanında görülen komuta kademesi de hedefe kondu. Tıpkı yargı ve üniversitelerde olduğu gibi büyük tasfiye oldu. Genelkurmay Başkanı Rüşdü Erdelhun, tahkir edici muamelelere tabi tutuldu. EMİNSU adı verilen ordudan uzaklaştırılan binlerce askerin içinde 235 general vardı, geriye sadece 25 general kalmıştı. Bu süreç sonrasında Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 1961 sonbaharında idam edildi. 27 Mayıs gibi sert bir darbeye karşı direnildi mi? O günlerde öğrenci olan Oltan Sungurlu, hiç almadığı ve okumadığı Necip Fazıl'ın Büyük Doğu dergisini, 'sakın almayın' denildiği için almaya başladığını söylüyor. Yine hiç âdetleri olmadığı hâlde gidip Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'i ziyaret ediyorlar. Başgil, Ekim 1961'de Samsun senatörü olarak Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyduğunda Millî Birlik Komitesi üyelerinin huzuruna çıkartılıp "hayatını garanti edemeyiz' tehdidi ile karşılaşır. İyi muamele görmez. Sonrasında hem adaylıktan hem de Senato'dan çekilir. 1965'te Adalet Partisi tek başına seçilinceye kadar yurt dışında yaşar. Bir rivayete göre, sonradan Anayasa Mahkemesi üyesi olan Gümüşhane Senatörü Halit Hulki Zarbun, Başgil'in Meclis'te maruz kaldığı muameleye tek itiraz eden kişiydi. Oltan Sungurlu, "Menderes asıldığı gün Gümüşhane'deydi. Bağırdı çağırdı kulüplerde. Ondan başka da ses çıkartan olmadı." diyor. Gazeteci Nazlı Ilıcak, Celal Bayar'ın tavrını hatırlatıyor. "1960'ta Bayar darbeye karşı direnmek istedi duyduğumuz kadarıyla, hatta silahına davrandı Çankaya'da kendisini tutuklamaya geldiklerinde. Orada da yapacak çok bir şey yoktur. Daha fazla kan akacaktı. Zaten bir şey yapmasına fırsat bırakılmayacaktı. Sonra geldiler, onu teslim aldılar. Yassıada'da Bayar'ın böyle müdanasız tavrı devam etti. Onun yanı sıra Fatin Rüştü Zorlu'nun idam sehpasında sandalyeye bir tekme vurduğu ve âdeta kendi kendini astığı ifade edilir. O da bir direnmedir. Ya da Yassıada'dan İmralı'ya giderken Celal Bayar ile Fatin Rüştü Zorlu aralarında Kıbrıs meselesini tartışırlar. Bayar anlat demiş, o da Kıbrıs meselesini anlatmış. Netice itibariyle bu da bir direnme. İdama götürüyorlar ama onlar memleket meselesini konuşuyorlar. Askerler de çevrelerinde..." Menderes'in halk nezdindeki etkisi büyüktü. Karşı duruşu nasıl bir etki oluştururdu bilinemez; ancak darbeci askerler arasında bu mevzunun konuşulduğu ve endişe edildiği rivayeti var. Adnan Menderes, devlet geleneği içinde bir 'beyefendi' tavrıyla yargılamanın sonuna kadar bekledi. Belki de nasıl bir nefretle karşı karşıya olduğunu hiç düşünmek istemedi, nezaketini hiç bozmadı. Hasan Celal Güzel de Celal Bayar'la birlikte Yassıada Mahkemeleri sırasında işkenceyi göze alarak 'O benim başbakanım' diyen, Malatya Belediye Başkanlığı sırasında suikasta kurban giden Hamido'yu anıyor. "Bir de Menderes'in sevgilisi olarak takdim edilen ve küçültülmeye çalışılan opera sanatçısı Ayhan Aydan'ın 'onu seviyordum, şimdi de seviyorum' tavrı beni çok duygulandırmıştır." diyor. Nitekim Menderes'e açılan 13 davadan bir tek Ayhan Aydan'la ilgili 'Bebek Davası'nda beraat kararı çıkıyor. 27 Mayıs sürecinde 1961'de seçimler yapıldı. CHP ile DP'nin devamı niteliğindeki AP başa baş oy aldı. Bu seçimin, 1962-63 Talat Aydemir cunta hareketlerinin perde gerisinde askerler arasında büyük bir mücadeleyi tetiklediği söylenir. Emre Aköz, bunun Baas türü bir rejim isteyen, 'ülkeyi biz yönetelim' diyen sol Kemalist askerler ile ülkeyi biz yönetmeyelim ama vesayet bizde olsun diyen sağ Atatürkçü askerlerin kavgası olduğunu söylüyor. Tüm zamanlara yayılabilecek bu analize göre kariyeristler ve darbeciler denilebilecek iki grup söz konusuydu orduda. Sözgelimi Yaşar Büyükanıt, Özden Örnek'in günlüklerinde 'kariyerist' olarak anılır, suçlanır diğer sol Kemalist askerlerce. Kariyerist, askerin siyaset üzerinde vesayeti olsun, emir komuta düzeni bozulmasın ve darbe olmasın diyendi. Emre Aköz, 27 Mayıs'tan bu yana beliren demokrasi mücadelelerinde önemli rol oynayan bu iki akımı biraz daha açıyor. "Kariyeristler, bir anlamda darbelere mâni oluyorlar. Yani ordu içinde aslında demokrat olmayıp da darbeyi de istemeyen bir çoğunluk var. Onlar piyasacı ve İstanbul sermayesiyle de ilişkili. Çünkü onlar normal kariyerlerini sürdürmek istiyor. Demokrasi derdi yok, illa ki demokrasi olsun demiyor. Hatta vesayetçi; ama onların bu davranışı demokrasiye yarıyor. Demokrat güçlerin yanında olmuyor ama darbecilere de karşı oluyor. Pro-demokrat değiller, anti-darbeciler. Dolayısıyla askeriyenin yekpare bir bütün olmamasının demokratik hayatta bir karşılığı olmuştur hep." İsmet İnönü, 1962'de bu sınıflandırmaya göre 'kariyeristler' ile birlikte hareket etti ve Aydemir cuntasının tasfiye edilmesini sağladı. İnönü'nün bir hayli demokrat 'kapalı rejim uyarısı' konuşmaları, o dönemin eseridir. Ahmet Demirel, İnönü'nün Aydemir darbe girişimlerindeki duruşunun önemli olduğunu söylüyor. Öte yandan, bu sınıflandırmaya göre 'darbeci' sınıfına girmeyen Kenan Evren, darbe yapan bir kişidir 12 Eylül'de. O da tamamıyla iç-dış konjonktürün hâkimiyetinde gerçekleşmiştir. Yani çok başka nedenlerle 'kariyeristler' de darbe yapabilirler. Çok başka nedenlerle 'demokratik hayata' katkı yaptıkları gibi... 1965 seçimlerinden Adalet Partisi, yeni lideri Süleyman Demirel'le birinci parti olarak çıkar. Karakoyunlu'ya göre bu, sadece 'Menderes duygusallığı' ya da 'İsmet Paşa gitsin' tavrı değil, halkın demokrasi arzusunda oluşunun en güzel örneğidir. Ve de 27 Mayıs'ta asılanların yakınları parlamentoya taşınır: "Bütün asılanların, eski milletvekillerinin karılarını biz milletvekili yaptık. Samet Ağaoğlu'nun eşi Manisa'dan milletvekili oldu. Namık Gedik'in eşi Samsun'dan, Emin Kalafat'ın kız kardeşi Çanakkale'den milletvekili oldu. Eskişehir'den Hasan Polatkan ailesi, eski Osmanlı ve erken dönem Cumhuriyet terbiyesiyle son derece vasıfları yüksek ailedir, onlar siyasete bir daha ellerini sürmediler. Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Hanım Bursa'dan milletvekili oldu." Süleyman Demirel'li yıllar bu günlerde başlıyor. Demirel'le ilgili yorumlar daha çok 'üç yanlış bir doğruyu götürdü' şeklinde. Doğru bir şeyler varsa bile artık yoktur. Siyaset bilimci Dr. Erdoğan Günal, 60'lı yıllar sonrasında bir lider sorunu yaşandığını, Menderes'in mirasına sahip çıktığı iddiasıyla siyaset sahnesinde olan Demirel'in bunu taşıyamadığını ve basiretsiz tutumuyla benzer darbelere hep muhatap olduğunu söylüyor. Ancak yine de 1969'da, Genelkurmay Başkanı Cemal Tural'ı görevden alıp YAŞ'a atamasını ve oradan da emekliye ayırmasını önemli buluyor. Tural, 60 darbesinin kudretli askerî figürlerinden biriydi. "1969, Özal'ın Necdet Öztorun'u emekli etmesi kadar önemlidir. Demirel'i saymamamızın nedeni 12 Mart 1971 Muhtırası'nda dik durmaması, Meclis açık olsun gibi birtakım tevillere gitmesidir." 12 Mart 1971 Muhtırası'nda iki kişiyi anabiliriz. Bülent Ecevit ve Hasan Korkmazcan... Sonra da deşifre olduğu için tanıdığımız 9 Mart Muhtırası'nı rapor eden MİT'çi Mahir Kaynak'ı. Aköz'ün sözünü ettiği Baas rejimi özlemi taşıyan sol Kemalist darbe girişiminin açığa çıkmasını Kaynak sağladı. Ne öncesinde ne de sonrasında böyle bir örnek görülmedi. Bir 'sol' darbe beklendiğinden 12 Mart Muhtırası'nın 'o beklenen darbe' olmadığı ancak zamanla anlaşıldı. Demirel'in istifasıyla yerine getirilen Nihat Erim, CHP içinde devrimci solu temsil eden Ecevit'in bir nevi 'muhafazakâr' kanadı temsil eden rakibiydi. Ecevit, 12 Mart Muhtırası'nın kendisine karşı yapıldığını söyleyerek istifa etti. Nazlı Ilıcak, 'Tamamen muhtıraya karşı denilemez; ama yine de bir tavırdır." diyor. Erdoğan Günal, "Direkt bir hareket değildi; ama istifasını müdahale ile ilişkilendirmesi önemli." diyor. Fuat Keyman, demokrasi yolunda önemli dönüm noktalarından biri olarak görüyor bu olayı. Bir yoruma göre, 70'li yıllarda sol siyasetin ve Ecevit'in yükselişinde bu tavrın büyük bir etkisi vardı. "12 Mart sola karşı yapıldığı için, halkın sola teveccühüne yol açmıştır." diyor Ahmet Demirel. 1971'de Demokrat Parti milletvekili olan Hasan Korkmazcan, 12 Mart Muhtırası'nın Meclis'te okunmasına karşı çıkan ilk parlamenter. Eğer karşı çıkılsaydı demokrasinin değer ölçüleri bu kadar tahrip edilmez, ne 12 Mart ne de 12 Eylül olurdu ona göre. Nitekim sonraki yıllarda Meclis Başkanı Sabit Osman Avcı'nın, "Karşı koysaydık ne yapardınız?" sorusuna Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler'in cevabı, "Emekliliğimizi isterdik" olmuş. Demirel'in 1970'te terfi sistemini delerek Kara Kuvvetleri komutanı yaptığı ve 1972'de de Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, 1973'te cumhurbaşkanı olmak için görevinden istifa eder. Her şey ayarlanmış, seçilebilmesi için senatodan bir kişi istifa etmiş, kendisi onun yerine seçilmiş ve adaylığını ilan etmiştir. Karşısında da Adalet Partisi'nin adayı, uzun yıllar Senato Başkanlığı'nı yapan, 'darbe karşıtı', 1960'ta Hava Kuvvetleri komutanı olan Tekin Arıburun vardır. Seçim günü Meclis'in locaları askerlerle doludur, binanın etrafı sarılmış, jet uçakları Meclis üstünde alçak uçuş yapmaktadır... Hatırı sayılır bir oy almasına rağmen biraz siyasetin, biraz da Muhsin Batur gibi onu desteklemeyen kudretli askerlerin direnişi nedeniyle Faruk Gürler seçilemez. Kriz, 1960'ta Deniz Kuvvetleri komutanı olan asker-diplomat Fahri Korutürk üzerinde uzlaşmayla sona erer. 12 Eylül 1980 Darbesi, şartları çok öncesinde oluşturulmuş, hiyerarşi içinde gerçekleşen tek darbeydi Türkiye'de. O disiplin, 1982 Anayasa'sının yüzde 92 oyla kabul edilmesini sağladı! 1961'de bu oran yüzde 65'ti. Kabul oranının yüksekliği ile baskı şiddeti arasında bir paralellik söz konusu her zaman. Askerin kontrol ve propagandasında geçen bir oylama yapılır 82'de. Bir yoruma göre halk askerî dönemin bir an önce bitmesi için anayasaya 'evet' demişti. 'Hayır' oyu, sivil yönetime geçişin belirsiz bir tarihe ertelenmesi anlamına geliyordu. 12 Eylül sonrasında Bülent Ecevit, Bakış Dergisi üzerinden, Süleyman Demirel de Güniz Sokak'ta el altından yeni partiyi örgütlemek suretiyle direnir. Ancak her ikisi ve diğer liderler de 'siyaset yasağına' mukavemetten Zincirbozan'a gönderilir. Hasan Celal Güzel, "Hiç unutmam, oradan bana yazdığı mektupta mücadeleye devam etmenin gereğinden bahsetmişti. Hafif de olsa direniş gösteren bir tavırdı bence." diyor. Nazlı Ilıcak, Güzel'in söylediklerini teyit eden ifadeler kullanıyor. Deniz Baykal'ı da anıyor bu çerçevede. Siyasetçiler direndikleri için bir yerde Zincirbozan'a götürüldüler. Demirel'i en iyi tanıyan kişilerden birisi o. Demirel'in 12 Mart Muhtırası'ndaki tavrını da şöyle yorumluyor: "Orada o siyasetçilerin kendilerine göre bir karşı duruşları var. Bir darbe hükûmeti söz konusu olduğu için ancak belli çerçevede karşı çıkabiliyorsun. 12 Eylül'de parça parça karşı duruşlar söz konusu ama 12 Mart Muhtırası verilip hükûmetin istifa etmesi istendiği vakit Süleyman Demirel istifa etti. 'Ben bu meseleyi sulandırabilirim; nasıl olsa darbe olmadı, açık kaldı parlamento...' diye düşündü. Sert bir şekilde karşı durmadı. O sırada Senato Başkanı'ydı sanırım, Tekin Arıburun, 'direnelim' dedi. Genelde münferit tepkiler oldu. Fakat iktidarı teslim ediyorlardı. Etmemek de mümkün değildi. Yanlış anlaşılmasın. 27 Mayıs'ta ne yapabilirlerdi? Mesela Çankaya'da Muhafız Alayı'nı bile teslim almışlardı. Hakiki sıcak bir darbe geldiği vakit, bunlara teslim olmamak mümkün değil. Çünkü her şeyi tutuyorlar, bütün tankları yığıyorlar falan." Güzel'e göreyse Demirel'in demokratik bir mücadele verdiği iddiası, 28 Şubat'taki tavrı ile tümüyle ortadan kalkmıştır. Türkiye'nin demokratikleşmesinde ve sivilleşmesinde en önemli ivmeyi kazandıran, askerle çalışmasına rağmen Türkiye'nin askerî vesayetten hızlı çıkmasını ve kalıcı bir şekilde sivil toplumun güçlenmesini sağlayan kişi Turgut Özal'dı. 12 Eylül yönetiminde bakan olarak çalışmış Özal'ın, toplum mühendisliği projesinde kendisine 'lütfen' verilen siyaset iznini Güzel'in ifadesiyle en rasyonel şekilde kullanarak halkın oylarını büyük ölçüde toplayabilmesi önemli bir olaydır. Özal'ın yükselen ivmesini geç fark eden Cumhurbaşkanı Kenan Evren, yüzde 92 ile seçilmiş özgüvenli bir darbe lideri olarak Turgut Sunalp'ı işaret etse bile ters tepmiş, halk Özal'ı seçmiştir. Fuat Keyman'a göre, Evren'in çağrısına rağmen Özal'ın seçilmesi demokratik hayatta dönüm noktası teşkil eder. Hasan Celal Güzel ise Özal'ın askerî vesayete rağmen Türkiye genelinde var olan sıkıyönetimi bir yıl içinde kaldırmasını ve 1987'de yaptığı AB'ye tam üyelik başvurusunu önemli görüyor. 1987'de yaşanan "iki Necdet" olayı, Özal'ın hanesine yazılan, siyasi iradeyi güçlendiren tavırlardan biri. Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ ve Kara Kuvvetleri Komutanı, 30 Ağustos 1987'de emekli olacaklardır. Üruğ, emekliliğini erken isteyerek Necdet Öztorun'a Genelkurmay Başkanlığı yolunu açacaktı. Bu plan işleme girmiş, Öztorun'un Genelkurmay Başkanlığı davetiyesi Özal'a kadar ulaşmıştı. Özal, 'Böyle bir şey olmaz!' deyip Evren'in de onayını alarak her iki generali de görevden almıştı. Karakoyunlu, Kenan Evren'in kendisinden beklenen türde olumsuz müdahaleleri olmadığını düşünüyor: "Aksine cesaretle bazı konularda destek verdi. Necret Öztorun'un emekliliğinde verdiği gibi. Özal çok haklıydı. Evren imza attığı için askeriye kıpırdayamadı bile. Bunu mevcut ihtilalcilerin, tekrar müdahale etmek isteyen bir kadroyu durdurmaktaki olumlu etkisi olarak görmek gerekir." Turgut Özal'ın cumhurbaşkanlığı ile birlikte Türkiye'de yeni bir dönem başladı. Bizatihi sivil bir kişinin cumhurbaşkanı olması, Türk siyasal sisteminde bir devrimdi zaten. İlerleyen yıllarda aslında seçilen kişinin asker olmaması değil, 'sivil ve demokrat' olmasının önemli olduğunu Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer tecrübesiyle iyice öğrenecektik. Dr. Erdoğan Günal'a göre, Özal'ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Türkiye'de demokrasinin gelişiminin en önemli kırılma noktalarından biridir: "Hep kriz olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri 89'da Özal'ın seçilmesiyle aşıldı. Türk demokrasisinin en önemli sorunlarından biri aşıldı." Özal'ın estirdiği özgürlük havası 'soğuk savaş' sonrasının senaryolarına kurban gidecekti. 28 Şubat 2007'de Refah-Yol hükûmeti, postmodern bir darbeyle düşürülecekti. Hükûmet cephesinden kayda değer bir direniş görülmezken, dönemin kudretli komutanı Çevik Bir'le polemiğe giren Meral Akşener'i anmak gerekiyor. Çok az milletvekili olmasına rağmen 28 Şubat'a karşı koyanların önde gelen ismi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'ydu. 28 Şubat sürecinde büyük harflerle anılması gerekenlerden biri de Hasan Celal Güzel'dir. Yeniden Doğuş Partisi'nin lideri, Türkiye'de benzeri görülmeyen bir 'sivil itaatsizlik'le 500 bin km yol katetmiş, Anadolu'yu baştan sona dolaşmış, 3,5 senede 1376 konferans vermişti. Konuşmaları nedeniyle 1 yıl hapis yattı. 28 Şubat'ı farklı kılan şey, giderek kendini gösteren sivil toplumun ve medyanın cezalandırılmasıydı. Kalemlerini kırmayan pek çok yazar baskı altına alındı. Nazlı Ilıcak, Taha Akyol, Mehmet Barlas, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand gibi yazarlar ya gazetelerinden atıldı ya da büyük baskı altında kaldılar. Kalemlerini kırmayıp buna rıza göstermeleri de bir direniştir aslında. 2002 ve 2007 seçimleri halkın demokratik gidişata el koyduğu son seçimlerdir. "Bizim insanımız daha çok buğzu bir mücadele yolu olarak seçiyor. En önemlisi de sandıkta tepkisini koyuyor. Bunun ötesinde eliyle, diliyle mücadele etmiyor. Ama şimdi yavaş yavaş bu da olmaya başladı." diyor Hasan Celal Güzel. Güçlenen sivil toplumun ve yeni sermayenin sözcüsü olan AK Parti, 'demokratik sistem' iddiasını sürdürmeye devam ediyor. Kemal Karpat'ın deyimiyle "Demokrasiye her müdahale bu iddiayı sürdüren AK Parti'yi kuvvetlendirecektir." AK Parti dönemini böyle anıyor olmamızın en büyük nedenlerinden biri de Orgeneral Hilmi Özkök'ün 2002'de Genelkurmay Başkanı olması. Ve bugün soruşturmaları süren darbeleri önlemesi. Hasan Celal Güzel'e göre, 7,5 yıllık AK Parti iktidarı döneminin en demokrat kişisi Hilmi Özkök'tür. Bunu Nazlı Ilıcak biraz daha açıyor: "Hilmi Özkök darbecilerle birlikte hareket etseydi hiçbir şekilde direnilemezdi. Direnen esas önemli figür bence Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa'dır. Yani o darbelerin gerçekleşmemesi, iktidarın direnmesi yüzünden olmadı. Olamazdı zaten. Silahlı güç onların elinde, birden teslim alabiliyorlar. Sonraki dönemde terfileri de nispeten ona göre oldu. Belki darbeye daha az meyilli kişilerin iş başına geçmesi sağlandı. Büyük bir hızla darbe yapalım hevesi vardı, o da geçti, psikolojik hareket dönemi başladı. Bu iktidarın en ciddi direnmesi, 28 Nisan'da koyduğu tavırdı." "Türk demokrasisinin gelişip derinleşmesinde hangi olaylar anılmalı?" sorusunu 9 kişiye yönelttik. Nazlı Ilıcak, Yılmaz Karakoyunlu, Hasan Celal Güzel, Oltan Sungurlu, Ömer Çaha, Ahmet Demirel, Erdoğan Günal, Cennet Uslu, Emre Aköz. Tarihçi Ahmet Demirel, 1 Mart 2003'te '1 Mart Tezkeresi' olarak tarihe geçen, hükûmetin istemesine rağmen milletvekillerinin Irak'a Amerikan askeri tezkeresini reddetmesini önemli görüyor. AKSİYON DERGİSİ
26 Nisan 2010 07:37
DİĞER HABERLER