Türkiye’nin bugüne dek görülmemiş derinlikteki “siyasi kriz fotoğrafı” bu. Türkiye, buradan nereye mi gider? Cengiz Çandar cevabını yazdı.
Türkiye nereye gidiyor? “Dove va la Turchia?”
Bir yola düşmeye göreyim, Tayyip Erdoğan ile birlikte Beyrut’a gideli beri sırtım üst üste üç gece aynı yatağa değmedi.
Bana günlerdir ulaşamadığından yakınan bir Lübnanlı arkadaşım “Sinbad’a döndün. Artık bir yerde durup oturman gerektiğini kendine söylemiyor musun hiç” diye sordu. Şimdi de Torino’dayım.
İtalya’nın en gelişmiş bölgelerinden birinin Piemonte’nin, uzun yıllar başkentlik tecrübesine sahip merkezi Torino.
Burada “Dove va la Turchia?” adlı bir yuvarlak masa çalışması var. İtalyanca bilmeme rağmen, daveti aldığımda hemen anlamıştım “Dove va la Turchia?”nın ne anlama geldiğini.
“Türkiye nereye gidiyor?”
La Repubblica gazetesinden Marco Ansaldo, son zamanlarda İtalya’da Türkiye’ye yönelik muazzam bir ilgi artışı olduğundan, hemen her hafta İtalya’nın herhangi bir köşesinde Türkiye ile toplantılar düzenlendiğinden söz ediyor.
Bu da onlardan biri. Türkiye’de “içe kapanma”, Türkiye’yi “dışa kapatma” eğilimlerinin en fazla arttığı dönemlerden birinde, dış dünyanın Türkiye ile ilgisi de neredeyse geometrik bir çarpan hızıyla artıyor.
Hazin mi hazin...
Türkiye nereye gidiyor?
Nereye gittiğini şu anda kestirmek çok kolay değil, zira Türkiye’nin yakın geleceğini zaten “kapatma davası” nedeniyle koyu bir sis bulutu kaplamıştı.
Anayasa Mahkemesi’nin geçen hafta verdiği “dramatik” karar sonrasında, bu sis bulutu daha da koyulaştı.
Türkiye’nin nereye gittiğini tam olarak kestiremesek bile, nerede durduğunu; şu andaki Türkiye fotoğrafının ne olduğunu anlatabilmek mümkün.
Türkiye, kilitlenmiş vaziyette.
1982 Anayasası ile kurulan, daha da ötede, 1982 Anayasası’nın kendisinden önceki anayasalardan miras aldığı “sistem” tıkanmış vaziyette.
Ülke, hiçbir vakit olmadığı kadar bir “kuvvetler ayrılığı” karmaşası yaşıyor.
Yasama yetkisi TBMM’nin elinden Anayasa Mahkemesi tarafından alınmış vaziyette; Yürütme ise “Mahkemelik”.
Bundan yaklaşık bir yıl önce yüzde 47 seçmen desteği elde etmiş iktidar partisi, “muktedir” olmaktan çıkarılmış, mahkemede “kapatma”, yürütmenin başı Başbakan ise “yasak” bekliyor.
Sınırsız iktidar kullanır görüntüde, sadece Yargı kaldı.
“Üç kuvvet” arasında sadece “Yargı”.
Yüksek yargı organlarından ikisi, Yargıtay ve Danıştay, birer siyasi parti gibi davranıyor ve aklına estiği vakit bildiri yayınlıyorlar.
Diğer Yüksek Yargı organı olan Anayasa Mahkemesi ise, “Anayasa’yı ihlal” eleştirilerinin hedefi haline geldi. Muazzam bir itibar erozyonuna uğramış durumda.
Tayyip Erdoğan’ın dün Ak Parti grubunda yaptığı konuşmada, Anayasa Mahkemesi’nin itibarının korunması gerektiğine ilişkin sözleri, tümüyle “teorik” anlam taşıyor.
Bizzat Başbakan, ağır eleştirilerle yüklü konuşmasında, Anayasa Mahkemesi’nin “itibarsızlık tabutu”na bir çivi çaktı.
Her gece, Türkiye’nin saygıdeğer hukuk adamları, Anayasa Mahkemesi’ni yerden yere vuruyorlar.
Anayasa Mahkemesi, Ak Parti ve Tayyip Erdoğan hakkında bundan sonra ne karar verse, itibarının iadesini kamu vicdanında sağlayamaz.
Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesini reddetse yani Ak Parti ile Tayyip Erdoğan’ın “beraati”ni sağlasa, “iç ve dış baskılar önünde boyun eğdiği” iddiasından kendisini kurtaramayacak.
Yok, eğer beklendiği gibi kapatma ve başta Başbakan, siyasilere yasak kararı verse, bu kararın “hukuki meşruiyet”ten yoksun olduğu çoktan ilan edildi.
Başta, parti kapatmanın, Avrupa demokratik normlarına uygunluğu için Venedik Komisyonu (1999) kriterlerine uyma şartı getiren Avrupa Birliği tarafından ilan edildi.
Geçen hafta aldığı karardan sonra, “davalı” Ak Parti ve çevresindeki “seçmen koalisyonu”nun tümü de, yani “iç kamuoyu”nun çok büyük ve önemli bir çoğunluğu da, kararı meşru görmeyecek.
Anayasa Mahkemesi kararının “bağlayıcı” olması fazlaca bir şey ifade etmiyor.
“Bağlayıcılık”, kendi başına “meşruiyet” üreten bir kavram değil.
“Bağlayıcılık”, sonuç üretir.
Ürettiği sonuç ise, Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü halinin ortadan kaldırılmasını öngören bir süreci başlatacak.
Yani, geldiğimiz nokta şu:
1. Anayasa Mahkemesi, geçen hafta, Anayasa’nın kendisine vermediği bir yetkiyi zorlama ile elde etmiş, gerekçe hazır olmadan bir karar almış, kendisini yasamanın yani TBMM’nin üzerine geçirmiş ve böylece zaten bir “arıza” olan 1982 Anayasası’nın bile dışına düşmüştür. “Yetki gaspı” yapmıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, Türkiye’de “üç kuvvet”ten biri sayılan Yargı’ya güven ve saygı, toplumun büyük bölümünde kalmamıştır. Bu, Türkiye’deki mevcut yargı erkinin kaldıramayacağı ağır bir yüktür.
2. “Üç kuvvet”ten biri olan TBMM, yetkileri elinden alınmış, işlevsiz kılınmış ve anlamsızlaştırılmıştır. Onunla birlikte, TBMM Başkanı’nın anlamı da tartışma konusudur. TBMM Başkanı, Anayasa Mahkemesi kararıyla anlamsızlaştırıldıktan gayrı, yaptığı öneriler, kendisini aday gösteren siyasi parti ve seçimini sağlamış olan siyasi partiler tarafından benimsenmemektedir. TBMM; Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Yargı’nın “parlamento kolu” gibi çalışan CHP’nin de katkılarıyla, felç edilmiş durumdadır.
3. Yürütme ise, zaten “mahkemelik”tir; “davası”na bakacak olan mahkeme ise bu Anayasa Mahkemesi’dir ve “topal ördek” konumundadır.
Mahkemelik bir yürütme, anlamsızlaşmış bir yasama ve saygı ve güvenilirlik yitirmiş bir yargı.
Türkiye’nin bugüne dek görülmemiş derinlikteki “siyasi kriz fotoğrafı” bu.
Türkiye, buradan nereye mi gider?
Ya bu krizi aşıp, sancılı bir süreçten de geçse, gerçekten demokratik bir ülke olmaya gider; veya bir askeri dikta rejimine.
Hem de Burma/Myanmar türünden.
Daha aşağısı kesmez ve kurtaramaz.
Ancak, günümüz dünyası, “Türkiye jeopolitiği”ndeki bir ülkenin Burma/Myanmar olmasına da izin veremez.
Yani, Türkiye, karanlık bir tünele doğru gidiyor.
Tünelin sonunda ya raydan çıkacak veya ışığı görecek...
CENGİZ ÇANDAR/REFERANS