Tutuklu gazeteci Zafer Özcan, Akhisar Süleymanlı Cezaevi'nden kızı Ebrar'a mektup yazdı: Anı ve hayal, umut ve karamsarlık arasında bir araf bizim halimiz. Şunu farkettim, burada insan anılarıyla yaşıyor gibi görünse de aslında anılarının yasını tutuyor."
Tutuklu gazeteci Zafer Özcan, Akhisar Süleymanlı Cezaevi’nden kızı Ebrar Beyza Özcan’a bir mektup yazdı. Özcan, mektubunda, “Oysa insan cezaevinde anı yaşayamıyor. Anı ve hayal, umut ve karamsarlık arasında bir araf bizim halimiz. Şunu farkettim, burada insan anılarıyla yaşıyor gibi görünse de aslında anılarının yasını tutuyor.” diyor.
Kronos’da yer alan habere göre, 7 Mart 2019’da memleketi Akhisar’da gözaltına alınarak tutuklanan gazeteci Zafer Özcan, Akhisar Süleymanlı Cezaevi’nden kızı Ebrar Beyza Özcan’a bir mektup yazdı. Yaklaşık 2 buçuk aydır cezaevinde olan Özcan’ın ilk duruşması 27 Haziran’da Manisa’da yapılacak.
Özcan kızına yazdığı mektupta, “insan cezaevinde anı yaşayamıyor. Anı ve hayal, umut ve karamsarlık arasında bir araf bizim halimiz” ifadelerini kullanıyor: “Şunu farkettim, burada insan anılarıyla yaşıyor gibi görünse de aslında anılarının yasını tutuyor. Bazen bir trenin çığlığıyla dahi olsa hayata tutunabileceğini, insan yaşamında kaç kez hissedebilir ki?”
İşte Zafer Özcan’ın kızı Ebrar Beyza Özcan’a yazdığı, onun da ‘Trenin Çığlığı-Babamdan Mektup Var” başlığı ile Hercümerç. adlı blogunda paylaştığı duygu dolu mektup:
“Biliyor musun Ebrar, burada yaşadığımız aslında gerçeküstü bir hayat. Geçici olduğunu bildiğimiz ama ne zaman geçeceğini bilmediğimiz, hak etmediğimiz ama yaşamak zorunda olduğumuz, kalmak istemediğimiz ama bırakıp da gidemediğimiz, şartları sevmesek de değiştiremediğimiz, hiç alışamasak da yerleştiğimiz, tuhaf bir yaşam döngüsü.
O gerçeküstü yaşam döngüsünden beni alıp, gerçek hayatın içine fırlatan, hemen her gün bir kez duyduğum tren sesi. Muhtemelen yakınlarımızda bir tren yolu geçidi var ve uyarı sesi her gün çalıyor. O sesi duyunca, belki sana tuhaf gelebilir ama iyi hissediyorum.
O gerçeküstü döngü bir anlığına da olsa kırılıveriyor ve hayatla aramızdaki kalın duvarların arasından bir ışık sızıyor. Anlık belki ama hayatın müjdesini taşıyor o ışık, varlığını haber veriyor. İşte bana her gün hayatın ışığını taşıyan o trende seyahat eden insanları düşünüyorum o anda.
Hayalleri, umutları, dertleri, tasaları, sevinçleri, hüzünleriyle seyahat eden insanlar. Trenin kendilerini nereye götürdüğünü biliyor ama hayatın iktidarı hakkında muhtemelen hiçbir fikirleri yok. Bugünkü mutluluk veya hüzünlerinin yarın nasıl değişebileceği hakkında da düşünmüyorlar ve anı yaşıyorlar. Hayatın bir tılsımı da bu aslında, sana “anı yaşama” fırsatı sunuyor.
Oysa insan cezaevinde anı yaşayamıyor. Anı ve hayal, umut ve karamsarlık arasında bir araf bizim halimiz. Şunu farkettim, burada insan anılarıyla yaşıyor gibi görünse de aslında anılarının yasını tutuyor. Bazen bir trenin çığlığıyla dahi olsa hayata tutunabileceğini, insan yaşamında kaç kez hissedebilir ki?
Yine hayatın veya buradaki döngünün bir cilvesi olsa gerek, bu satırları yazmaya ara verdiğimde okuduğum kitapta şu cümle çıktı karşıma; “yaşam bir trendir, atla” sence de öyle değil mi? Yaşam bir tren ve birbirine hiç benzemeyen durakları var. Doğum gibi, evlilik gibi, çocuk sahibi olmak gibi, ayrılık gibi, ölüm gibi, cezaevi gibi…
Cezaevi durağında trenin çığlığı nasıl beni hayatın içine bir an dahi olsa fırlatıveriyorsa, ruhumu ve kalbimi o hayatın bir parçası gibi hissettiren “o günden” de bahsetmem gerekir elbette. Salı günlerinden bahsediyorum, görüş günümüzden. Her salı cam bölmenin gerisinde anneni görüp, telefon ahizesini elime aldığımda ruhumu saran tecritten kurtulup, çarşaf gibi bir denizin üstünde, sakin ve huzurlu bir yolculuğa çıkıyorum.
Hayatımda belki hiçbir zaman önemsemediğim ve üzerinde durmadığım o 40 dakikanın, 40 dakikalık bir zaman diliminin tadını doyasıya çıkarıyorum. 45 yıllık hayatımın yarısında benimle olan ve acı tatlı yığınla şeyi paylaştığım, daima kendimi yanında huzurlu ve güvende hissettiğim kadını, o 40 dakika dinlemenin ve izlemenin, o yaralı ruhuma ve kalbime ne kadar iyi geldiğini, sonraki 167 saat 20 dakika boyunca her an hissediyorum.
Ve sonra buradaki haftalık 168 saatimin, 167 saat 20 dakika sonra başlayacak olan o 40 dakikaya odaklandığını fark ediyorum. Benim için buradaki zamanı genişleten ve ferahlatan o 40 dakikaya…
Sanırım buradan çıktığımda salı günleri ve 40 dakika, hayatımda önemli bir yere sahip olacak. Şunu aklından çıkarma Ebrar, hayatta sahip olduğun ve kullanabildiğin her şey ama her şey tek başına çok kıymetli. Ve bunu, 40 dakikalık o zaman dilimine sahip olabilmek için, 167 saat 20 dakika beklemek zorunda kalmadan anlayabilmen en kıymetlisi…”