''Mehmet Ağar, 'Bir tuğlayı çekersek duvar üzerimize yıkılır' diyerek neden suikasti çözmeyeceklerini açıklamıştı. O tuğlayı 2011’de “Selam Tevhit dosyasını” açan emniyetçiler çekti. Duvar onların üzerine yıkıldı. Şimdi hapishanede görevlerini yaptıkları için cezalandırılıyorlar!''
Bu topraklarda gazeteci ve yazarların kaderidir; Ya hapis, ya sürgün ya da ölüm...
Yıl, 1993, Ocak 24. Gazeteci Uğur Mumcu arabasına konan bombanın patlaması sonucu öldürüldü. Eğer yaşasaydı iki gün sonra Abdullah Öcalan’ı Siyasal Bilgiler’de gözaltına alan savcı Baki Tuğ ile görüşecekti. Mumcu, Öcalan’la MİT’in bağı olduğuna inanıyordu ve bunu araştırıyordu. 7 Ekim 1992’de yazdığı bir yazıda, “Bugün PKK örgütü arasında kim bilir kaç ajan var?“ diye sormuştu. Bunların peşine düşenlerin hücrelerde çürütüldüğünü görse ne yapardı acaba?
Mumcu, 1942 Kırşehir doğumluydu, hukuk okudu ama gazetecilikte karar kıldı. Meslek hayatı çeteleri ve yolsuzlukları araştırmakta geçti. Uçak alımında üst düzey yetkililerin adının karıştığı lockheed rüşvet skandalının takipçisiydi. Kontrgerilla‘yı gündemden düşürmedi. Silah kaçakçılığı, İpekçi cinayeti ve Ağca diğer önemli dosyalarıydı.
Darbelerin mağduruydu. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra tutuklandı. Orduya hakaretten hakkında açılan davada bir yıla yakın cezaevinde yattı. 7 yıla mahkum oldu. Yargıtay’ın bozma kararından sonra 10 Ekim 1972’de özgürlüğüne kavuştu. 12 Eylül Darbesi’nin baskılarına boyun eğmedi.
Demokrat, özgürlüklerden yana ve Atatürkçüydü. “141, 142 gibi 163’e de karşı çıkmalıyız” diyordu. Gazetesinde sansüre uğrayan Nazlı Ilıcak’a sütunlarını açmıştı. Irkçı değildi. Din istismarcılarının ise hedefindeydi.
Suikast adeta 'önceden geliyorum' dedi! İsrail Büyükelçiliği'ne davetliydi. Yemek sırasında gereği yokken büyükelçi, "ölmekten korkmuyor musun?" diye sormuştu. MİT Müsteşarı Teoman Koman, Mumcu’nun da içinde bulunduğu gazetecileri Müsteşarlıkta ağırlamış (1992, Temmuz) "yakında ses getirecek siyasi cinayetler işlenecek, bu içinizden biri bile olabilir" demişti... Koruması yoktu. Kendine göre tedbirler alıyordu. Yanında silah taşıyordu. Arabaya önce kendisi biniyor, ardından eşi ve çocukları geliyordu.
Suikast soruşturması savsaklandı. Deliller toplanmadı. Arabanın enkazı apar topar çekici ile kaldırıldı. Başbakan taziyeye gelecek diye deliller süpürüldü! Cinayeti işleyenler, hedef saptırmada başarılıydı. Cenaze töreninde ezan yuhalatıldı! Toplum laik-anti laik tartışmasının içine sürüklendi.
Mumcu’yu kimin öldürdüğünün izlerini ise eşi Güldal Mumcu’nun yazdığı “İçimden geçen zaman’ kitabını okursanız görürsünüz. Soruşturmanın ilk savcısı Ülkü Coşkun, Güldal’a, “Bu olayı devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse bu iş çözülür.“ diyordu. Coşkun’dan sonra dosyayı alan savcı Kemal Ayhan evinde ölü bulundu. (26 Haziran 1995) Otopsi yapılmadan gömüldü. Kısa süre önce Güldal’ın, ‘kim, kimler?’ sorusuna Ayhan, “istihbarat örgütleri, biraz mafya, ve karanlık güçler’ cevabını vermişti. En ilginci Emniyet Genel Müdürü’nün sözleriydi. Mehmet Ağar, “Bir tuğlayı çekersek duvar üzerimize yıkılır’” diyerek neden suikasti çözmeyeceklerini açıklamıştı.
O tuğlayı 2011’de “Selam Tevhit dosyasını” açan emniyetçiler çekti. Duvar onların üzerine yıkıldı. Şimdi hapishanede görevlerini yaptıkları için cezalandırılıyorlar!
1993’ten bu yana 25 yıl geçti. Mumcu’nun peşinde olduğu derin yapılar ve çeteler, iktidara geldi. Mumcu’yu öldürenlerle, bugün gazetecileri yazarları hapse atan, sürgüne mahkum eden zihniyet aynı. Ülke bütünüyle faşizme teslim...
Onun satırları ile bitirelim. 1975’te Cumhuriyet’te çıkan bir yazısında ülkesi için sorumluluk alanların başına gelenleri şiirsel bir dille anlatıyordu. Şimdi toplumun bir başka kesimine aynı bedeli, daha acımasızca ödetiyorlar. Mumcu, “Unutma halkım” demişti şu satırlarla:
“Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.
Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi…
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım unutma bizi…
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek,
yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eli değmemişti ellerimize.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi…
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi,
unutma bizi…”