Velayet süreci ve baharın arefesi

"Sapla samanın ayrılması ‘barışçıl’ yollardan olmaz. Başaklar preslenir, rüzgarda savrulur, sapla saman ayrılır. Çürük, nemli ve kalitesiz buğdaylar ayıklanır. Kaliteli her ‘dâne’ ya tohum halinde sonraki sezon başak vermesi için saklanır veya başka coğrafyalara göçer yeni tarlalara tohum olur. Veya ağır preslerden geçer un olur."
Tr724 yazarı Veysal Ayhan'ın "BEŞ YILLIK HİKÂYE VEYA ARINMA SÜRECİ" başlıklı yazı dizisinin üçüncüsü şöyle

A’mâk-ı Hayâl peşinde metafizikî bir kurgu…

Esved, İbrahim, Mültezem, Safa ve Zemzem isimli beş ehl-i hâl derviş bir cuma gecesi daha Mescid-i Haram’ın uzak bir köşesinde bir araya gelmişti. Önceki sohbetlerinin üstünden 5 yıl geçmiş. Yıl, 2017; ay, şubatların en soğuğuydu.  Hepsi hüzünlü, hepsi mükedderdi. Ağlamaktan gözleri kızarmış ve şişmişti.

Zemzem: (Gözyaşları içinde İbrahim’e döndü) – Siz anlattınız da ben zulmün bu raddeye varacağını tahmin etmemiştim. Bir millet nasıl bu kadar canavarlaştı? Nasıl komşu, komşunun hasmı, dede torununun düşmanı oldu? Bebekler annesinden nasıl koparılıyor, hamile kadınlar sabahlara kadar hücrelerde bekletiliyor? Erkek kadın herkese bin türlü işkence. Bir millet nasıl böyle canileşti nasıl böyle sefilleşti?

İbrahim (Bakışları yerde) : – İnsan insanlıktan çıktı mı en canavar hayvana rahmet okutur. İçteki şeytan potansiyeli başka nasıl ortaya dökülecek? “Cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değil.”

Zemzem: –  Hapse atmakla bitmiyor, mal ve mülklerini alıyorlar. Alın teriyle kurdukları şirketlerine dükkanlarına el koyuyorlar.

Esved: – Cahiliye adetlerine geri dönmüşler. Kendilerine müslüman diyorlar ama?

İbrahim: – İnsanları diri diri yakan, kendini patlatıp masum insanları katleden, binlerce kadını köleleştiren sapık mezhepler de kendine müslüman diyor. Ahir zaman demek ki bu.

CELLATLAR DOKTOR ÖNLÜĞÜ GİYMİŞ

Cellatlar doktor önlüğü giymiş; kurt, kuzu postuna sarınmış; caniler, müslüman kimliğiyle geziyor.

Safa: – Mazlumların durumu ne olacak? “Beşer zulmeder, kader adalet eder” sözünü bu durumda nasıl anlamak lazım?

Zemzem: – Bu tartışma Kader risalesinde var. İzninizle…  Önüne Sözler’i açtı: – “Meselâ, hâkim seni hırsızlıkla mahkûm edip, hapsetti. Hâlbuki, sen hırsız değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş; hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir.”

İbrahim :- Bediüzzaman Hazretleri bunu kendisini yıllarca sürgün edenler, en kötü hapishane şartlarını reva görenler, defalarca zehirleyenler için söylüyor. Haşa günahlarından dolayı mı? Hayır. O bize böyle düşünmeyi öğretiyor. Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” Peygamberler en ağır imtihanları haşa hata ve yanlışlarından mı çekiyor? Hz. Yusuf hangi hatadan kuyuya, hangi günahtan zindana düştü 7 yıl kaldı?

Safa: – O zaman bu süreçte çile çekenlerin hiç mi suçu yok? Ne çekiyorlarsa Allah’a kurbiyetlerinden. Doğru mu anladım?

HATALARIMLA MAĞDUR ETTİKLERİM

İbrahim: – Hayır, günahsızlık yani “ismet” sıfatı peygamberlere mahsus. İzah edeyim: Evvela başkalarının günah ve kusurlarını müzakere bize yakışmaz. İnsan günah işler, kusur eder. Fakat Allah’ın musibetler yağdırdığı, belaları sağanak sağanak gönderdiği kullarına düşen ise ‘acaba benim ne kusurum oldu? Hangi günahımla bunlara müstahak oldum?’ demek.

Mültezem: – Peki, benim hatalarıma binaen bazı arkadaşlarım mağdur oluyorsa nasıl düşünmeliyim.

İbrahim: – Sen kendini bitirircesine muhasebeni yap, Allah’a tevbe et hatta onlar adına da tevbe et. Arkadaşlarından helallik iste. Ailelerine yardıma koş. Sadaka ver. Ama biz hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanıyoruz. Arkadaşlarına düşen de seni suçlamak olmamalı. Onlar da kusuru kendilerinde aramalı.

NE İKAZLAR VAR NE İKAZLAR…

Zemzem: – Ama zaten cemaatin taksiratının ne olduğu yıllar önce yazılıp çizilmiş.

İbrahim: – Ne yazılmış?

Zemzem: – Pırlanta serisi ve Bamteli’nde ne ikazlar var ne ikazlar… Hepsi tablo halinde duvarlara asılmaya değer:

“İki büklüm bir âsâ gibi olun, kıvam kazanın. Normal ihlasla bu yükü götüremezsiniz” denmiş. “Azami ihlas, azami istiğna ve azami takva”ya dikkat çekilmiş.

“Sulh ve salahtan başka emelinizin olmadığını gösterin, masumiyetinizi anlatın, mevkuteler edinin, kışa göre yaşayın”

Sonra fitnelere işaret edilmiş:

“Üslup hatası yapmayın, usulden feragat etmeyin, hakperest olun ve siyasi telazuma girmeyin.” Eğer bu yola girerseniz neler olacağı da yazılmış:

KÜFÜRLE İŞ BİRLİĞİNE GİRENLER

“Dünyevî çıkarlar için küfürle iş birliğine giren ehli salat ile karşılaşabilirsiniz, beraber yürüdüğünüz insanlara dikkat edin! Kâbe yolcusu olduğu halde Kâbe’yi yıkmaya gidenlerle saf tutanlar olabilir.”

Ve defaatle “Nimetler sizi şımartabilir, önünüzü görmez hale gelebilirsiniz, karşınıza fırtınalar tufanlar çıkabilir, dikkat edin!”

Bunları aşmak için sıkı durma gereği hep vurgulanmış:

“Azmi râh edin, dûn himmet olmayın, tekasül göstermeyin, aheste revlik etmeyin”

İbrahim: – Hepsi süreçten önce mi denmiş?

Zemzem: – Evet hem de kaç yerde kaç defa… Bir de Hz. İsa örneği var:

“Sizinle aynı sofrada kaşık çalanların ihanetlerine hazırlıklı olun”

Zemzem: – Bir de acı bir sitem var. Bence feryat:

“Zannediyordum ki yaşama zevki, hayat kaygısı ve tenperverlik bu yüce topluluktan fersah fersah uzak kalacak ve aslâ onların atmosferine girme imkânını bulamayacak… Onlar, sonuna kadar süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevâzı kalacaklar.Kendilerinden öncekileri yiyip bitiren; lüks, israf, debdebe ve ihtişam onların evlerinden içeri giremeyecek ve onlara hükmedemeyecek.”

Mültezem : – Bence muhasebesi yapılacaksa bunların muhasebesi yapılmalı, istiğfar edilmeli. Ama şunu düşünürlerse yanılırlar. “Bu hatalar yapıldı o yüzden başımıza bunlar geldi, bu zulüm süreci yaşandı.” Hayır.

BUĞDAY TANESİ GÜNAH İŞLEDİĞİ İÇİN FIRINDA YANMAZ

İbrahim: – Ben de onu diyecektim. Hataların muhasebesini yapmak ayrı iş, kaderin kurgusunu görmek ayrı şey.

Size ‘buğday’ın başına gelenleri hatırlatayım. Kur’an ‘buğday başaklarını’ misal verir hep. Her hidayet sezonu bir ‘ekim’ dönemidir. Her tecdit periyodunun nihayetinde ekinler biçilir, küçük bir kıyamet kopar.

O güne kadar ‘dane’ler ana rahmindeki bebek gibi korunur. En büyük çilesi bazen sert esen rüzgarla hafif sarsılmaktır. Ama hasat zamanı gelince…

Sapla samanın ayrılması ‘barışçıl’ yollardan olmaz. Başaklar preslenir, rüzgarda savrulur, sapla saman ayrılır. Çürük, nemli ve kalitesiz buğdaylar ayıklanır. Kaliteli her ‘dâne’ ya tohum halinde sonraki sezon başak vermesi için saklanır veya başka coğrafyalara göçer yeni tarlalara tohum olur. Veya ağır preslerden geçer un olur.

Safa: – Sonrası daha zor. Ezile ezile yoğrulur.

İbrahim: – Evet yine bitmez çilesi. Mayalanır ve sonra fırın ateşinde yanar. Kızarır. Ve nihayet ekmek haline gelerek yaratılış maksadına ulaşır. Yani buğday tanesi günah işlediği için fırında yanmaz. Ekmek olması gerektiği için fırında yanar.

MOĞOL CASUSU!

Esved: – Hz. Adem’den bu yana dini halisane tebliğ edip de zulüm görmeyen kimse veya cemaat yok. Bu başa gelenler, bir bakıma halis olmanın sonucu.

İbrahim: Doğru diyorsun. Şimdi düşünüyorum da halis hizmet edip de zulüm görmeyen cemaat yok. Ehlullah da öyle. Halifeye başkaldırdı demişler. İmam-ı Âzam hapislerde sürünmüş. Ahmed bin Hanbel’in zindanda görmediği işkence kalmamış. Mevlana Hazretlerine ‘Moğol casusu’ diye iftira atmışlar. Şimdikilere bir başka casusluk iftirası atılmasını tuhaf karşılamamalı. Bazı hatalar yapıldı da o yüzden başımıza bunlar geldi demek yanlış.

Safa: – Peki ama bir de hizmet ederken yanlış içtihatlar yapanlar yok mu? Hizmet ediyorum sanırken kul hakkına girenler. İçinde bulunduğu samimi kitleyi ve hizmeti lekeleyenler?

İbrahim: – Pırlanta’da bu da var: “Efendimiz (sav), Medine-i Münevvere için ‘Medine, tıpkı bir körüğün cürufu/pisliği ayırması gibi insanların kötüsünü iyisinden ayırır.’ ifadelerini kullanır. Nasıl ki, körük; kömür ve demirin isini pasını silip temizler, aynen onun gibi Medine de pis ruhlu insanları temizleyip bünyesinden atıverir. Medine-misal aynı misyonu taşıyan şehir ve toplumların da aynı hususiyetlere sahip olması her zaman mümkündür.”

Bundan anladığım imana ve Kur’ân’a hizmet eden kimseler arasında ihlâsını koruyamayanlar bu tür hatalara düşüp kaş yaparken göz çıkaranlar olabilir. Bunlar zamanla elenir zaten. Bu hatayı yapanlar samimi ise bedelini dünyada öder, ahirete kalmaz. Bunların peşine düşüp “atf-ı cürmlere girmek musibeti ikileştirir.”

Kim neye müstahaksa karşılığını bulur. Telaşa gerek yok.

YANLIŞLARIMIZI KONUŞMAZSAK HİÇBİR ŞEYİ DÜZELTEMEYİZ

Mültezem: – Benim kanaatim de bu. Kimseye mezarda beraber namaz kıldığı kimselerin abdestinden sormayacaklar. Kendisini soracaklar. Hizmet bir ubudiyetse… Namaz kılarken gözüyle sehivli namaz kılanların çetelesini tutanlar kendi namazından olur.

Safa: – Ama yanlışlarımızı konuşmazsak hiçbir şeyi düzeltemeyiz.

Mültezem: – Yanlışı konuşmak başka bir şey, yanlış yapanlara sürek avı düzenlemek başka bir şey. Müslümanlık şahıslarla değil sıfatlarla mücadele dinidir.

İbrahim: – Müsaadenizle bir şeyi düzelteyim. Tenkit çok önemli ve gerekli. Ama niyet önemli. Allah rızası için tenkit edenler. Bir de bazı şahıslara fevkalade öfkeli oldukları için nefret ve kızgınlıklarını tenkit olarak sunanlar. Ki bunlar genelde kendileri bir makama getirilmediği için veya kendisine sorulmadığı için her şeyi tenkit eder. Bunların tenkidi ile düzelecek bir şey yoktur. İkinciler ise samimiyetle yapılan yanlışlara karşı duranlardır.

Esved: – Peki, olması gereken tenkit nasıl olacak?

İbrahim: – Allah rızası için yapılan her amel bir ubudiyet şuuruyla yapılır. Ve ibadet olur. Gelecek için yeni bir sayfa açarsınız. Bir mecliste toplanırsınız. İstişareyle yeni projeleri ortaya koyarsınız.

(Devamı var.)
06 Mart 2017 23:30
DİĞER HABERLER