'Vicdânî ve Kalbî Sorumluluk'

''Bu îman ve Kur’an Hizmeti, Efendimiz’in (sav) devr-i Risâlet’te binbir zorluk ve sıkıntılarla Erkâm ibn-i Erkâm’ın (ra) evinde başlattığı, 14 asırdan beri devam edegelen bir hizmettir. ''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
Vicdânî ve Kalbî Sorumluluk 

Allah (cc); insanları, melekleri, cinleri, yerleri, gökleri, zerreleri, küreleri, semekleri, sistemleri yoktan var eden, sisteme koyan ve mahlûkatın istifâde edebileceği bir konuma getiren, mekândan münezzeh, şekilden müberrâ, isim ve sıfatlarıyla bilinen, eşsiz, nâmütenâhî kudret sâhibi Zât’tır. Kur’ân-ı Azîmüşşân, O’nun  Kelâmı’dır. Kıyamete kadar da hükmü devam edecektir. 

Allah (cc) Hicr sûresi 9.âyette; “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” buyurmaktadır. Elbette mülkün gerçek sahibi olan Allah (cc); bu emâneti omuzunda taşıyacak insanlar yaratacak ve yaratmaktadır.
      
Allah (cc), fetret karanlığında boğulmakta olan beşeriyet için, özel donanımda  gönderdiği Hâtemün Nebî olan Resûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sav) ve Ashâb-ı Kiram Efendilerimizi; Hakk’a hizmet etme şerefiyle şereflendirmiştir. 
     
Böylece helâketler asrının saâdetler asrına tebdil edilmesine  vesîle kıldığı Allah Resûlü’ne (sav)  Enbiyâ sûresi 107.âyette; “ İşte bunun içindir ki ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlar (âlemler) için sırf bir rahmet vesîlesi olman için gönderdik.’  buyurmuştur. 
       
Bu îman ve Kur’an Hizmeti, Efendimiz’in (sav) devr-i Risâlet’te binbir  zorluk ve sıkıntılarla  Erkâm ibn-i Erkâm’ın (ra) evinde  başlattığı, 14 asırdan beri devam edegelen bir hizmettir. 
        
O günden bugüne dâvânın mihnet ve sıkıntılarına katlanarak, yüce ve kutsî bir dâvâyı bizlere intikal ettiren büyüklerimiz, bütün  ehl-i îman ve hizmet gönüllüleri; omuzlarında taşıdıkları bu mukaddes dâvâyı hayru’l halef nesillere emânet edip gitmişlerdir. 
      
Bir asır evvel de Hz.Üstad ve talebelerinin, aynı zorluk ve aynı heyecanla devâmını sağladığı bu îmân ve Kur’ân hizmeti, kıyâmete kadar da devam edecektir.    

Bugün de,  aynı sorumluluk ve mes’uliyeti omuzlarına alan en büyükten en küçüğe kadın erkek herkes, milyonlara bâliğ kaderini îman ve Kur’an hizmetine adamış bu insanlar, en ağır şartlar altında  yuvalarının dağılması, mallarının gasp edilip  ve canlarının tehlikeye girmesi pahasına, inanıp hak bildikleri  bu dâvâya hizmet vermektedirler.

Günümüzün îman ve Kur’an’dan mahrum kalan nesillerine, yaratılış gâyesini anlatan bu gönül mîmarları, hak ve hakîkatin kara sevdâlıları; dünyâ ve içindekilere  takılmadan, aynı ruh, aynı aşk, aynı heyecan, ihlâs, samîmiyet, vefâ ve sadâkatla, Allah’ın rızâsını esas maksat yaparak  bu ilâhî emâneti, -her ne pahasına olursa olsun, şartlara riâyet edip sebeplerde kusur yapmamak kaydıyla- omuzlarında taşıma azîm ve kararlılığı içinde olmalıdırlar.
     
İşte böylesine acı tatlı, iyi kötü gibi zıtların cem olduğu, külfet ve nîmetlerin beraber harmanlandığı bir dünyâda misâfir bulunuyoruz. Sür’atle giden zamanla birlikte ömrümüzün de, akan çay gibi, esen rüzgar gibi  gittiğini  görüyoruz. Gidenleri geri getirmeye gücümüz yetmediği gibi, bizim de bu dünyâda kalma  şansımız yok. Mukadder olan ecel, mutlaka bir gün kapımızı çalacaktır.
     
Geçmiş bir yılımıza bakalım. Her an gitmek zorunda olduğumuz âhiret hayâtımız adına kazanmakta mıyız, yoksa kaybetmekte miyiz? Bu mevzûda muhâsebemizi çok iyi yapmak zorundayız. Öbür âlem çok farklı bir yer; orada altından kalkamayacağımız, akla hayâle gelmedik şeylerle karşılaşabiliriz. 
     
Bu dünyâda, Rabbimizle münâsebetimizi kavî tutmalıyız. Nefsimizle yüzleşerek kendimizi gözden geçirmeliyiz ki, ölümsüz, elem ve kederi olmayan âhiret hayâtında zor duruma düşmeyelim. ‘Bugünün yarını var, yarın Hakk’ın divânı var.’  Orada mahçup olmamak için, biraz dişimizi sıkmamız gerekiyor.
    
Hayâtın zerresinden hesap verme mecburiyetindeyiz. İster dünya, isterse âhiret hayâtı adına; kavga, gayz, kin ve nefretle, gıybet, dedikodu ve duyumlarla hiçbir netice elde edilemez. Müslüman, Kur’an ve Sünnet mâkûliyeti içinde hayâtını tanzim etmek zorundadır.
     
Efendimiz (sav); “...Yarın pişman olacağınız bir işi yapmayın!” ikâzında bulunmaktadır.
          ‘Dil beyt-i Hüdâdır ânı pâk eyle sivâdan,
           Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde..’  (İbrahim Hakkı Hz.leri)

Kalb, ‘nazargâh-ı ilâhi’dir. Allah insana,  kalbinin ve niyetinin sıhhatine göre bakar. Efendimiz (sav); “Allah sizin cisim ve sûretlerinize değil kalplerinize nazar eder.” buyurmaktadır.  (Müslim) 
      
Kalb, vücutta bir kale gibidir. İnsanın maddî mânevî duyguları, sağlam bir îmanla donatılmış  kalp kalesine sığınır ve korunmuş olur. Onun için bu kadar önemli olan kalb, çok  iyi korunmalıdır.
       
Kalb; îman, ibâdet ve ihsânın vatanıdır. Aynı zamanda onun çok düşmanları da vardır. Küfürden, ucb ve kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar bir sürü düşman, onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır. Nefsin ve cismaniyetin ağır bastığı anlarda insan, şeytanın zehirli oklarının hedefi hâline gelebilir.
       
İmtihan sırrının gereği olarak kalb, bütün hayırların, güzelliklerin ve bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir rol oynadığı gibi; şeytânî ve nefsânî arzuların galebesiyle, günahlara vize verme mevzuunda da tehlikeli işlere âlet olabilir. 
     
Rabbimiz Yusuf sûresi 90.âyette; “...Doğrusu kim Allah’tan korkar, takvâ dairesinde yaşar ve her çeşidiyle sabrı temsil edebilirse; Allah da böylesine ihsana ermişlerin ecrini zâyi etmez.” buyurmaktadır.
      
Âl-i İmran sûresi 8.âyette de; “Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma!” duâsına kullarını yönlendirmektedir.
       
Peygamber Efendimiz (sav) de; “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dininle sâbitleyip perçinle!”  tazarrû ve niyâzını devamlı îfâ ettiği gibi, ümmetine de bu duânın önemini hatırlatmaktadır.
      
Mü’minler de, aczini îtiraf ederek mülkün gerçek sâhibi Allah’a tevekkül ve teslîmiyet içinde, nefsin ve şeytanın esir ve kölesi olmayıp; günümüzde çok sert esmekte olan rüzgâr ve fırtınaların, müslümana hayat hakkı tanımayan küfür ve zulmün tesiri altında kalmadan, rızâ-yı İlâhiyi esas maksat yapmalıdırlar.
         
Emr-i Hak (ölüm) gerçekleşeceği âna kadar, şûrâ esas alınmalı, varsa şayet mü’minlerin eksik ve kusurları deşifre edilmemeli, nezâket kuralları içinde hatırlatarak, Kur’an ve Sünnet mâkûliyeti içinde  îmanın temel rükünlerine  dokunmama kaydıyla, gelişen dünya şartlarına uygun olarak nesillerimizi yetiştirmeli, vefâ ve sadâkat duygusu korunarak hizmete devam edilmelidir.

12 Haziran 2019 10:14
DİĞER HABERLER