Diyanet camiasında "Hocaların Hocası" olarak bilinen, şimdiye kadar çok sayıda müftü ve vaiz yetiştiren, "Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi"nde dersler veren Yahya Alkın Hocaefendi son yaşananları vahiy ışığında yorumladı
İşte Yahya Alkın Hocaefendi'nin Zaman Gazetesi'nde yayınlanan yorumu...
Cenab-ı Hak (cc), insanlığa son fermanı olan Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmaktadır: “Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, onu (anlaşmazlık konusu olan meseleyi) Allah ve Resul’üne arz edin. Allah’a ve ebedi âleme gerçekten iman ediyorsanız böyle yapın. Böyle yapmanız çok daha hayırlı ve sonuç itibarıyla da çok daha güzeldir.” (Nisa, 59) Bütün müfessirlere göre ayette geçen; “Allah’a ve Resul’üne arz edin” emrinden maksat, anlaşmazlık konusu olan meselelerin Kur’an ve Sünnet’e göre yani Kur’an ve Sünnet ölçülerine göre çözülmesi ve halledilmesidir.
Samanyolu TV bu fakirden, ehl-i imanın içine düşürüldüğü malum büyük fitne konusunda sohbet talep etti. Ayrıca Zaman Gazetesi de bir röportaj talep etti. Bu elim fitnenin ortadan kalkmasına karınca-kaderince yardımcı olur ümidiyle talebi kabul ettim. Konuştum ve yazdım. Ne konuştum ne yazdım? Özetleyeyim. Evvela Enfal Sûresi’ndeki şu ayetleri naklettim: “(Ey iman edenler!) Allah ve Resul’üne itaat ediniz. Anlaşmazlık ve kavgaya girişmeyiniz. Aksi halde korkaklaşıp dağılırsınız. Gücünüz ve devletiniz elden gider. Sabredin. Hiç şüphe yoktur ki Allah sabredenlerle birliktedir.” (Enfal, 46) “Küfredenler birbirleriyle dostluk (birlik, ittifak) kurarlar. Eğer siz bu dostluğu yapmazsanız; korkunç bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir.”
Naklettiğim bu ayetler ve bu manada olan nasların ışığında birlik ve beraberlik ve İslam kardeşliğinin çok önemli olduğunu hatırlattım. Felaket, helaket asrının adamı, büyük Mürşid’in şu çok önemli ve kerametvari seslenişini naklettim: “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı; ‘Hiç şüphesiz müminler kardeştirler.’ kata-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. (22. Mektup, Uhuvvet Risalesi)
PARTİDEN ÜST DÜZEY KİMSELER GELDİ
Yani birlik, beraberlik ve İslam kardeşliğini hatırlattım. Birçok müspet ve menfi tepkiler aldım. Müspet olanları dua olarak kabul ettim. Hakarete varan menfi tepkilerin sahiplerine gönül koymadım. Bunların çoğu benim dava ve gönül dostlarımdır. Hatta içlerinde hocalarım da vardır. Cenab-ı Hak hepsinden razı olsun. Hocalarıma hizmet eder, ellerinden öper, dualarını beklerim.
Partiden üst düzeyde bazı yetkili zevat evime kadar geldiler. Uzun boylu konuşuldu. Su-i zan ve evhama dayalı birçok detaylara girildi. Ben uzun zaman dinledikten sonra dedim ki; ben detaylara hiç girmem ben genel İslamî ölçüler üzerinde konuşuyorum. Evvela şu ayet üzerinde bir daha dikkatle eğilip düşünelim: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurat, 6) Araştırmadan ciddi delillere dayanmadan Müslümanlar hakkında su-i zan beslemek haramdır. Büyük mahkeme var. Hâkimlerin Hâkimi Allah (c.c.), A’dan Z’ye hayatımızın hesabını soracak. Meşreb, meslek ve politik taassupla yanlış yaparsak veya yanlış yapanları onaylarsak o büyük mahkemede çok pişman oluruz. Ve o pişmanlık orada fayda vermez. Bu sorumluluk ve hassasiyeti taşımak zorundayız. Ben siyasete hiç girmedim. Şu anda da bir ayağım kabirdedir. Rıza-i İlahi’yi tahsil, ana hedefimdir.
Bu büyük fitne politize edildiğinden dolayı iş çığırından çıkmıştır. Böyle giderse onulmaz yaralar açılır. Sebep olanlar altından kalkamayacakları vebal altında kalırlar.
Şu üç hususu İslamî ölçüler içerisinde ısrarla söylüyorum. Bir: Suç ve ceza şahsîdir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in birkaç yerinde şöyle buyuruyor: “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez.” (İsra, 15) Suç işleyenin tespiti yapılır. Kesin delillerle suçu sabit olunca cezalandırılır. Bu ilim, hukuk sistemlerinde de böyledir. Bediüzzaman diyor ki: “Bağdat’ta bir esnaf suç işlese, İstanbul’da olan biri esnafa, esnaf sınıfından olduğu için ceza verilemez.”
SU-İ ZAN VE VEHİMLERLE SUÇLAMALAR
Birtakım su-i zan ve vehimlerle masum insanları cezalandırmak büyük günahtır. Çok merak ediyorum, bu sağa-sola savrulan, kış ortasında aile düzeni altüst edilen binlerce polis, savcı hâkim, maliyeci ve birçok memurların suçu gerçekten sabit olmuş mudur? Olmuşsa bunu deklare etsinler, bütün millet bunu bilsin, görsün ve su-i zandan kurtulsun. Sadece işin içinden sıyrılmak için: “Biz çok şeyler biliyoruz...” demek, suçun sabit olduğunu ispat için kâfi midir?
Resul-i Ekrem Efendimiz (sas); “Şüpheler oluştuğu zaman cezaları uygulamayınız.” buyurmuştur. Hatta bu kavl-i Peygamberî, İslam hukukunda önemli bir kaide olmuştur. Zaten Cemaat mensupları açıktan söylüyor: “Suçumuz ne ise, suçlu kim ise delille ve dayanak ortaya çıkarıp cezalandırınız.” Hülasa; beraat-i zimmet asıldır, aksi sabit oluncaya kadar kişi masumdur. Yetkililer işlerine geldiği zaman bunu söylüyorlar da tatbik etmiyorlar. Israrla söylediğim ikinci husus; hiçbir İslamî topluluğu toptan hedefe koymak, karalamak, kötülemek akl-ı selimin, Kitap ve Sünnet’in kesinlikle kabul etmediği büyük bir hatadır. İslamî cemaatler var. Bir Müslüman kalkıp da mesela; Mahmud Efendi, Süleyman Efendi, Sami Efendi, Adıyaman veya İskender Paşa cemaatlerini toptan hedefe koyar, karalamaya kalkarsa asla tasvip edilemez. Kur’an hoş görmez, Efendimiz (sas) beyanları hoş görmez.
Her toplulukta kötü niyetli, gafil, ikiyüzlü insanlar bulunabilir. Resul-i Ekrem Efendimiz (sas)’in arkasında 300 tane münafık namaz kılardı. Uhud Savaşı’na giderken bu münafıklar, elebaşıları olan Abdullah İbn-i Ubeyy bin Selûl ile yarı yoldan geriye döndüler. Efendimiz’e vahiy kâtipliği yapan ve daha sonra İslam’dan dönen olmuştur. Şimdi bunlar var diye kalkıp Sahabe-i Kiram’ı toptan kötülemek iz’anla, imanla bağdaşır mı? O sahabe ki; en büyük bir veli en küçük sahabe makamına ulaşamaz.
Türkiye’nin her köşesinde, 160 devlette, başta eğitim olmak üzere hayatın her alanında gıpta edilecek, hayranlık duyulacak faaliyetler icra eden dünya çapında bu büyük Hizmet topluluğu içinde elbette ehil olmayanlar, gafiller, ikiyüzlüler de olabilir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın adaleti, hasenatın seyyiata galebesi veya mağlubiyeti noktasında cereyan eder. Bu Hizmet topluluğunun dağlar gibi hasenat ve hizmetlerini göz ardı edip nâ ehillerinin yüzünden meydana gelebilecek ufak-tefek seyyiat ve kusurları nazara verip Cemaat aleyhinde bulunmak insafla, iyi niyetle bağdaşmaz. Üzerinde ısrarla durup açıklamaya çalıştığım üçüncü husus şudur: İslam ahlak ve terbiyesinde; insan şahsiyetine hakaret etmek, aşağılamak haramdır. Resul-i Ekrem Efendimiz (sas), ümmet-i Muhammed’in firavunu olan Ebu Cehil’e bile hakaret etmemiştir. Müşriklerin şahsiyetlerine hakaret etmemiştir. Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım şu ağır hakaretleri İslamî ölçülere göre değerlendirelim: “Sahte peygamber, kafası ve kalbi boş âlim müsveddesi…”
ULEMANIN ÖNÜNDE HAKARET
Bütün dünyanın gözü önünde ve ulema topluluğu içinde bu ağır hakaretler kime yapılıyor? Yüz altmış devlette, şanlı Türk bayrağını dalgalandırıp Milli Marş’ımızın söylenmesine öncülük eden, milyonlarca insanın hidayetine vesile olan, bütün dünyanın, özellikle, İslam âlemi’nin hayranlıkla izlediği ve gıpta ile takip edilen Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye söyleniyor, Allah rızası için söyleyin, bu büyük aksiyon adamı bu ağır hakaretleri hak etmiş miydi? Bu Fethullah Gülen Hocaefendi ki; İslam tarihinde çok nadir görülen belki de hiç görülmemiş büyük ve külli bu hizmetin öncüsüdür. Hiç vurmadan, kırmadan, anarşiye, kaosa prim vermeden, ‘Hazret-i Pir dediği küfrün ve ilhadın belini kıran Bediüzzaman’ın: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok. Medenilere galebe ikna iledir, icbar ile değil. İmandan sonra bizim en büyük vazifemiz, asayişi muhafaza etmektir.” sözlerini rehber edinen, gönülleri fethetmek suretiyle milyonların hidayetine vesile olan çaplı bir âlim, büyük bir Allah dostudur.
Kendisine ve oluşturduğu hizmet topluluğuna bu kadar ağır hakaretler yapıldığı ve yapılmakta olduğu halde, sayfalarca yer tutan uzun röportajlarının hiçbir cümlesinde, hakaret ve aşağılama iade eden tek bir kelime bulamazsınız. Resul-i Ekrem Efendimiz (sas) buyururlar ki: “Bir kişiye, Müslüman kardeşini hakir ve aşağı görmesi, günah bakımından ona yeter.” (Müslim) Bir hadis-i kudside şöyle denilmiştir: “Benim bir dostuma düşmanlık yapana, ben harb ilan ederim.” (Buhari)
Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında olan, kâinatı ve küreleri tesbih tanesi gibi çeviren Allah ile harp olamayacağına göre, bu hadis-i kudsinin ifade ettiği lazım-ı manası; ‘dostuna düşmanlık yapanın belasını veririm’ demek olur. Cenab-ı Hak böyle korkunç bir sondan bizleri muhafaza buyursun. Bu büyük insana yapılan şu iki hakaret üzerinde biraz daha duralım: ‘Sahte peygamber’ Bu ağır hakaret, ilim ehli arasında ve bütün dünyanın gözü önünde yapılmıştır. İslamî ölçülere göre durum nedir? Bir Müslüman’a ‘sahte peygamber’ demek; ‘sen sahtekâr bir kâfirsin’ demekten farksızdır. Resul-i Ekrem (sas) buyururlar ki: “Bir Müslüman’a sen kâfirsin dersen, o da kâfir değilse o söz sana döner.” Ciddi bir tevbeyi gerektirir. Allah aşkına elimizi imanlı vicdanımıza koyalım ve hükmümüzü verelim; 60 yıldan beri konuşan, altmıştan fazla kitap yazan, binlerce talebe yetiştiren bu büyük zat, hangi konuşmasında, hangi kitabında dolaylı veya açıktan peygamberlik iddiasında bulunmuştur. Okuttuğu binlerce talebesinden hangisine peygamber olduğunu söylemiştir?
Bu büyük zat tam bir peygamber âşığı, hatta sahabelerinin bile âşığı olduğunu, bu fakir ve onu tanıyan herkes yakinen bilmektedir. Elli sene evvel İzmir, Edirne, Kırklareli ve İstanbul arasında beraber seyahatlerimiz oldu. Hiç unutmam, sahabeden bahis açılınca iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlardı. Ondaki bu manevî hali görünce kendimden utanırdım.
Şu ikinci hakarete bakın; ‘Kafası kalbi boş âlim müsveddesi’. Bu ağır hakaretleri kimler yaptı ise hesabını Allah’a vereceklerdir. Büyük mürşid Bediüzzaman ne güzel tespitte bulunmuştur: “Siyaset, meleğe şeytan, şeytana melek söylettirir.” Bu zalim ve acımasız siyaset için Bediüzzaman’ın şu meşhur sözlerini söylemiştir: “Menfaat üzerinden dönen siyaset canavardır.” Hele bu canavar siyasete bir de kin ve intikam duyguları eklenirse, işte böyle hakaret ifade eden kelimeler dökülür ağızdan. Hakkı doğruyu arayan samimi insan, hiç kimseye Hocaefendi’nin âlim olup olmadığını sormaya muhtaç değildir. Eserleri, konuşmaları ve okuttuğu talebeleri meydanda. Alır, okur, dinler ve karşımızda muhakeme gücü yüksek büyük bir âlimin olduğunu müşahede eder. Cenab-ı Hak bu mümtaz kullarına büyük meziyetler ihsan etmiştir. Büyük bir ilim, takvanın zirvesinde, zuhal, fedakârlık, İlahî aşk sonsuz bir Peygamber muhabbeti, insanlığın hidayeti ve imanla dirilmesi, için her türlü imkânı kullanma ve bu hususta dünya çapında büyük başarılar elde etme ve varlığını Kur’an havuzunda tamamen eritme… vs.
HİZMETLERİ YAKINDAN GÖRDÜM
Avrupa ve Amerika’da böyle büyük bir zat zuhur etseydi, Nobel Ödülü ile ödüllendirildi. Hoş bu zat-ı muhterem onu bile kabul etmez. İzah edilmeyecek kadar hasbi ve hedefinde insanlığın iman ile dirilişi ve yalnız Allah rızası vardır.
Bu Hizmet toplumuna o kadar hakaretler yapıldı ki ve yapılmaktadır ki insan hayretten hayrete düşüyor. Amerika’da Cemaat’in okullarını dolaştık, kültür merkezlerini ve faaliyetlerini gördük. Hiç konuşmaya lüzum yok. Buralarda hizmet edenlerin lisan-ı hali diyor ki; biz Kur’an terbiyesi aldık, İslam suyuyla yıkandık, imanın ışığıyla aydınlandık. Bilerek karıncaya basmaktan sakınan bu merhametli, kültürlü ve imanlı topluluğu, İslam tarihinde görülen en zalim ve gaddar bir örgüt olan Haşhaşilere benzetmek ve daha birçok hakaret içeren nefret söylemlerini dillendirerek Müslümanlar arasında bölünme, kırgınlık ve husumetlere sebebiyet verenlere murakabe-i nefis yapsınlar. Tövbekâr olup hatalarından dönme olgunluğu göstersinler. Son sözüm şudur: Bu büyük fitneye kim ve kimler sebebiyet verdiyse Allah (cc) onlara merhametiyle değil, adaleti ile tecelli etsin! Âmin.