İnsan-ı Kamili siz anlatacaksınız

  • Abdullah Aymaz
  • Abdullah Aymaz
    17 Kas 2020 12:32
    Yaklaşık on sene önce Amerika’nın Teksas eyaletinden bir grup elit, İzmir’e gelmiş ve M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilk dönem yakın ve dostları ile görüşmek istemişlerdi. Onlar, önce Hizmetin İzmir’de nasıl başladığını, nasıl Hocaefendi ile tanıştıklarını ve bu noktalara nasıl gelindiğini sormak istediklerini zannedip hatıralar anlatmaya başlamışlardı. Onların derdi başkaydı. Ellerine “Kalbin Zümrüt  Tepeleri” isimli eserin İngilizcesi geçmiş ve onun üzerinde kendi aralarında mütalaa ve müzakereler yapmışlar ve “İNSAN-I  KÂMİL” bahsine gelmişlerdi. Bu konunun izahını Hocaefendi’nin yakınlarından öğrenmek istiyorlardı…
    * * *
    Aslında İNSAN-I  KÂMİL’i, Otuzuncu Söz’deki ENE bahsinde anlatılan EMANET meselesini hakkıyla yerine getiren en muhteşem insan yani NAKŞ-I  A’ZAM  ve AHSEN-İ  TAKVİM’i gerçek mânada en muazzam ve mükemmel temsil eden Hz. Muhammed Aleyhisselamdır… 
    Bu hususta M. Fethullah Gülen Hocaefendi şu tesbitlerde bulunuyor: 
    “Yetkin insan demek olan İNSAN-I  KÂMİL; Allah’ın ef’âl (fiillerin)  esma (isimlerin), sıfat (sıfatlarının)  hatta zâtî şuunatının en PARLAK  AYNASI  demektir. ‘Mutlak zikir kemâline masraftır’ esprisi açısından, İNSAN-I  KÂMİL denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammedi’ye (S.A.S.) dir. Sonra da diğer PEYGAMBERLER, Gavs, kutup ve derecelerine göre evliya, asfiya, ebrâr ve mukarrebîn…
    “Aslında İNSAN-I  KÂMİL, öyle bir mir’ât-ı mücellâdır (cilâlanmış parlak ayna da) ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnat-ı zâtiye onda bî kem u keyf (kemiyetsiz ve keyfiyetsiz) tecelli eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre semaların önüne geçer. Zira İNSAN-I KÂMİL, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz hiçbir şey doğru anlaşılmaz; hiçbir ilim marifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat esrarı tam hissedilemez. Onun bakış zaviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlem-i ruhsuz, onunla şöyle-böyle aydınlanamamış bütün zaman parçaları da nursuzdur.. tabiî böyle bir  boşlukta yaşayan insanlar da kalbî ve ruhî ufukları itibarıyla fetret insanı değil, mâhiyet-i insâniyelerini inkişaf ettirememiş olma anlamında fetret insanı…
    “Bugüne kadar insanların ârızasız Hakk’a yönelmeleri hep İNSAN-I  KÂMİLLERCE gerçekleştirilegelmiştir; kitleler onların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş ve onların neşrettiği nurlar sayesinde varlık ve hâdiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Bu itibarla da denebilir ki, onları bulan dolayısıyla da hakkı-hakikatı bulmuş ve onları iç dünyalarıyla müşahede eden de, mazhar ve tecelligâhın şeffafiyeti, vüs’ati ölçüsünde Hak cemâlini temâşâ etmiş sayılır.
    “İNSAN-I KÂMİL, din ve diyanet adına ÖRNEK  BİR  TİP’tir. İman, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakkı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemâlullah da – kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla – bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.
    “İnsan-ı Kâmil, her zaman başkalarına yararlı olma emelinde ve marifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Ahlâk-ı haseneye bağlı yaşadığından, hep güzellik sevgiler durur.. güzel görür, gâzel düşünür, güzel ve faydalı sözler söyler.. güzel işler yapar, güzelliklere ve güzellere peyrev olur.. her davranışını Hak hoşnutluğuyla irtibatlandırarak, hep O’nunla oturur kalkar.. O’nu düşünür.. O’nu konuşur.. her tavrı ve her beyanıyla O’nu hatırlatır ve hakkın- hakikatın en talâkatlı bir lisanı olarak yaşar. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıydı. İslâmiyetin özündeki ilâhî sırrı görebilmek için, onu bir kerecik olsun –önyargısız ve insaflı olmak şartıyla –temaşa yetiyordu.
    “İnsan-ı Kâmil’in bütün varlık ve eşyaya tekvînî emirler açısından nezareti, onların feyiz vermesi, mahiyetlerinin şerh ve izahı ve beyanı uygun delillerle değerlendirip irfana bağlamak; şuurlu varlıklar zaviyesinden görüp gözeticiliği de, irşad, rehberlik, onların ruhlarının tasfiyesi, nefislerinin tezkiyesi ve insanî lâtifelerinin Hakk’a uyarılması şeklindedir. (…) İnsan-ı Kâmil, her zaman kendi konumunun farkındadır. O, kendini bir meclâ (tecelli yeri), bir memer (bir uğrak yeri) ve en fazla da bir mazhar telâkkî eder; eder de ne kendini, ne sıfatlarını ne de zâtî gibi görülen kabiliyetlerini katiyen kendinden bilmez. ‘Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu luuf ile ihsan nedendir?’  (M. Lütfi) der; sevinç ve sorumluluklarını değişik taaccüplerle daha bir derince duyar.”
    Bazı bölümlerini naklettiğim İnsanın Kâmil yazısını derince incelememiz gerekiyor. 
    17 Kas 2020 12:32