Alnından Öpülen Yiğit

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, eğitim gönüllüsü Süleyman Alptekin öğretmenin hikayesini "Alnından Öpülen Yiğit" başlığı ile köşesine taşıdı.


Alnından Öpülen Yiğit

Gurbette soğuk bir güz gecesi.
Korkunç bir fırtına camın önünde öfke ile uğuldarken masamdaki bir kitabın sayfaları arasında duran fotoğrafa mıhlanıyor gözlerim. 
Fethullah Gülen Hocaefendinin hastane odasında yatan bir genci ziyaret ettiği fotoğraf.
O genci tanıyorum.
İlkin 1997 yılında Esenboğa’da Cumhurbaşkanı Demirel’in özel uçağında görmüştüm onu.
Demirel uçaktan inerken ‘’Arkadaşınızı getirdim. İyi olacak, Tedavisini ben üstleneceğim.” dediğini bugün gibi hatırlıyorum.
Uçağa çıktığımda Demirel’in özel yatağında yatıyordu. 
Kalkmak, doğrulmak, sarılmak istedi bize.
Yerinden kalkamadı.
Yüreğinde kopan bahar fırtınaları kömür karası gözlerine yansıyordu.
O yakıcı gözler, o arkaya doğru taranan hafif dalgalı gece karası saçlar, o yiğit yüz, o boy pos, o endam…
Tanyeri süvarileri gibiydi.
İki ayakla çıktığı ülkesine tek ayakla dönmüştü.
Hani köyünden bir fidan gibi sapasağlam çıktığı hâlde bir ayağını ya da bir kolunu cephede bırakıp dönen yiğitler vardır ya…
İşte öyle…
Gözlerinde vakarlı bir hüzün vardı.
Yanında sadece birkaç dakika kaldık.
Uçak, Alptekin Öğretmen’i İstanbul’a götürmek için havalandı.
Bir müddet sonra da gri bulutların arasında gözlerden kayboldu.
1990’lı yıllarda, Demirperde yıkılır yıkılmaz, mazlum milletlerin afâkına bir fecir parıltısı gibi koşan ışık süvarilerinden, cepheden dönen yaralı yiğitler gibi ülkesine dönenler de oluyordu.
Âdem Tatlı gibi mavi gökler ülkesi Moğolistan çöllerinde, Yasin Çalım gibi Asya bozkırlarında, Hakan Usta gibi Afrika çöllerinde kalanlar da.
Aşkla, ayrılıkla, hasretle, sevdayla bin bir emekle örülü bir destan yazılıyordu.
Mürekkebi ter, gözyaşı ve kan olan bir destan.
Bir İstanbul gecesinde evinde ziyaret ettim Alptekin Öğretmeni.
Ayağına protez takılmış, yürüyordu. 
Evlenmişti.
Sevgili eşi;
“O ayağını Allah yolunda yitirdi, benimle yürüsün istedim,” dedi.
Yiğit yürekli bir kadındı.
 Alptekin Öğretmen o İstanbul gecesinde bütün yaşadıklarını bir bir anlattı:
“Ben çocukken Güneşli’ deki gecekondumuzun etrafındaki geniş çimenliklerde koyunlar, kuzular, sığırlar yayılırdı.
Yollar, kışın diz boyu çamur, yazın da toz deryasıydı.
Evimizde elektrik yoktu. Geceleri, gaz lambasının önüne sıralanır, loş duvarlarda yansıyan ışık ve gölge oyunları arasında ders çalışırdık.
Yazları da bir tekstil fabrikasında okul harçlıkları için ter dökerdik.
Yıllar su gibi akıp gitti.
Ben Marmara Eğitim Fakültesi’ni bitirdim.
O yıllarda ışık süvarileri yollardaydı.
Benim de nasibime önce Asya bozkırları, sonra fakir ve yoksul bir ülke olan Bangladeş düştü.
Anam beni uğurlarken “Oğul, yürüyerek ayrıldığın ülkene yürüyerek dönebilecek misin?” dedi.
Anaların yüreği hissediyor.
1996 Ağustos’u…
Uçağımız, bir fırını andıran başkent Dakka’ya indiğinde kendimi başka bir gezegene gelmiş gibi hissettim.
Havaalanında yolcuları çıkışa götüren yolun kıyısındaki demir parmaklıkların arasından, yüzlerce sefil ve perişan insanın “Bundo, bundo!” diye ellerini uzatarak dilenmeleri yüreğime dokundu.
Benden önce giden arkadaşlarımızın bir okuldan kiralamış oldukları birkaç sınıfla eğitime başlamak istedikse de okulun eşyaları Türkiye'den zamanında gelmediği için açılış bir hayli gecikti.
Öğrenci bulmak için köy köy dolaştık.
Köyden gelen çocukların üzerinde, kıyafet olarak sadece mahrem yerlerini örten bez parçalarından başka bir şey yoktu.
Onlara üst baş aldık.
O yaşa kadar hiç ayakkabı giymemiş olan çocuklar, hangi numarayı giyseler
“Sir! Acıyor.” diyorlardı.
Kısa bir süre sonra Türk okulunda okumak büyük bir itibar hâline geldi.
Sıcakların şehri bunalttığı bir gün yurttan okula gitmek için rikşa denilen yerel bir araca bindim. Sürücü, ansızın ana yola dalınca bir minibüsün üzerimize doğru geldiğini fark etti ve kendini araçtan dışarı attı.
Minibüs, sol bacağımı baldırından kapıp metrelerce sürükledi.
İyice ezilmiş olan sol bacağımın, gövdeden kopan bir dal gibi, küçük bir et parçasıyla vücuduma tutunduğunu fark ettim.
Beni bir motoguzziye bindirdiler. 
Sürücü sallanan bacağımı içeri yerleştirmeme yardımcı oldu.
Hava sıcaktı.
Motoguzzi oldukça dardı. Kafam tavana değiyordu. Bir bacağım yerde, diğeri havada hastanenin yolunu tuttuk.
Sokaklar insan seliydi. Araç güçlükle ilerliyordu.
Bir Çin hastanesinin önünde durduk.
Neden bilmiyorum, doktor: “Hemen götür buradan!’’ dedi sürücüye. Belki de yeterli donanım yoktu.
Acıyı bütün şiddetiyle hissetmeye başladım. 
Başım dönmekte, gözlerim kararmaktaydı. 
Şehrin öbür ucundaki devlet hastanesine bu hızla bir saatten önce varmamız mümkün değildi.
O bayıltan sıcakta ölümün soğuk nefesini hissetmeye başladım. 
Namaz borcumun olup olmadığını düşündüm, bir de anamı.
Bayılmamaya çalışıyordum. Bayılırsam öleceğimi biliyordum.
Bir ara motoguzzi apansız durdu. 
Sürücü kaputu açıp tamir etmeye başladı. 
Bir bacağım havada bir bacağım yerde öylece acılar içinde kıvranıyordum. 
Aracın içi kan gölüne döndü.
Ne yazık ki altın değerindeki dakikalar anbean eriyordu.
Bir ara bütün ışıklar söndü.
Hemşirenin şefkatli tokatlarıyla ayıldığımda imzalamam için bir kâğıt uzattılar. Kolumu kımıldatacak mecalim yoktu.
Yeniden bayıldım.
Sedye üzerinde ameliyat odasına götürülürken, okulumuz öğretmenlerinden İsmail Hoca’yı hayal meyal gördüm.
O gece bitmek nedir bilmedi. 
Sanki yaşamıyordum. Sanki başka bir dünyada bana işkence yapıyorlardı. 
Bacağımı testereyle kesiyorlar, kıyma makinesinden geçiriyorlardı.
Sabah elinde kağıtlarla bir görevli yine karşıma dikildi. 
İsmail Hoca da yanındaydı.
“Ne istiyorlar?” dedim İsmail Hoca’ya.
“Bacağını kesmek zorundalar.”
“Başka çaresi yok muymuş?”
“Türkiye’ye de sorduk. Maalesef, başka çaresi yok.”
“Ne yapalım! Kessinler o zaman.”
İsmail Hoca pencereye doğru döndü. 
Dışarı bakıyordu. 
Omuzları inip kalmaya başladı.
Ağladığını fark ettim. 
“Ne zaman kesecekler?” dedim.
Ansızın patlayan bir fırtınaya tutulmuş ağaç gibi sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
“Kestiler hocam…”
Üzerimdeki örtüyü açıp bacağıma baktım, yerinde yoktu.
Güneşli'nin çimenliklerinde oynadığım, kardeşlerimle el ele tutuşarak okula gittiğim, Sibirya’nın soğuğunda, Bangladeş'in sıcağında koştuğum günler geride kalmıştı.
Annem, bacağımın kesildiği gece sabahlara kadar rüyasında beni üstüm başım kanlar içinde görmüş.
Babamı uyandırmış: ‘Kalk adam! Yavrumun başında bir hâl var!”
Ana yüreği hissediyor; mesafeler mâni olamıyor.
O günlerde Bangladeş'e Cumhurbaşkanı Demirel geldi.
Okulumuzun açılışını yaparken benden haberi olmuş.
“Yaralı öğretmeni ben götüreyim.” demiş.
Görevliler uçaktaki birkaç koltuğu sökerek sedyeyi yerleştirdiler.
Sarkmasın diye elimi de bağladılar.
Demirel uçağa binince doğru yanıma geldi. 
‘’Geçmiş olsun!’’ dedi. 
“Bana sadece ayak demişlerdi. Kolunuzda da mı sıkıntı var?’’
‘’Hayır efendim! Sarkmasın diye bağladılar.’’ 
“Burada olmaz. Bu çocuğu benim yatağıma alın.”
“Efendim, sedye kapıdan sığmaz.”
‘’Teknik adam çağırın, panel duvarı söksün.’’
Beni Cumhurbaşkanı’nın yatağına aldılar.  
Paneli tekrar monte ettiler.
Cumhurbaşkanı ve Nazmiye Hanım sık sık yanıma geldiler, başımı okşadılar, teselli ettiler. 
“Üzülme, yürüyeceksin!” dediler. 
Uçak Esenboğa’ya indi. 
Demirel ve Nazmiye Hanım yanıma geldiler, Demirel, ‘’Üzülme!’’ dedi, “Uçak seni İstanbul’a ailenin yanına götürecek, iyileşeceksin, tedavini ben üstleneceğim.’’
Demirel inince siz geldiniz yanıma. 
Ülkemde ilk karşılayan siz oldunuz.
İstanbul’da beni mahşeri bir kalabalık karşıladı. 
Anam beni görür görmez:
“Ayağın nerede oğul!” diye bir feryad etti.
“İnsanlık elden gidiyor ana, ayağın da lafı mı olur?” dedim.
“Kuzum benim! Kalb nakli oluyor da ayak nakli olmuyor mu? Benim ayağımı sana taksınlar da sen yine koşmana devam et!”
Havaalanından yüz araçlık bir konvoy beni hastaneye götürdü. 
Dr. Ali Bey hastaneye hemen her gün uğruyordu.
Hocaefendi “Bu hizmetin bütün himmetinin yarısına da mal olsa öğretmenimizi tedavi ettirelim.’’ demiş.
Halbuki ailem ellerinde avuçlarında ne varsa satıp savıp tedavimi yaptırmak istiyorlardı. 
Üstelik Cumhurbaşkanı da tedavimi üstlenmişti. 
Bütün bunlar aileme ve bana büyük moral oldu.
Hizmet ölüsüne, dirisine sahip çıkıyordu.
Bir gece ağabeyim başımda beklerken uyukluyor.
Rüyasında beyaz elbiseli, nur yüzlü iki kişi içeri giriyor.
Birisi benim başımı okşuyor.
Ağabeyim “Uyandırayım mı?” diyor.
‘’Hayır, uyandırma. Biz sadece başını okşamaya geldik.’’ diyor. 
“Siz kimsiniz?”
Ben Muhyiddin-i Arabi’yim. Bu da arkadaşım.’’
Çıkıp gidiyorlar.
Bir gün Doktor Ali Ağabey, ağabeyimi aradı: 
‘’Yanımda bir misafirle geliyorum.’’
Gün akşama dönmüştü. 
Hastane odasına İstanbul akşamları doluyordu.
Hocaefendi girdi içeri. 
Zamanın akışı bir anlığına durdu.
İstanbul'un ufkunda güneş batıyor muydu, yoksa yeni bir doğuşun eşiğinde miydi, ayırt edemedim.
Yüzünde kadim devirlerin hüznü, gözlerinde ise ilahî sırların kapısını aralayan bir parıltı, çağlar öncesinden süzülüp gelen bir sır vardı.
Mekân bir anda derin bir sükûta büründü;
Sanki görünmeyen bir nefes âlemi doldurmuş, zaman kendi üzerine kıvrılmış, yıldızlar yere yaklaşmıştı.
"Allah, bazı kullarına şehadet, bazılarına ise gazilik nasip eder" dedi.
Sonra, guruba meyleden bir güneş gibi zarafetle üzerime eğildi.
 Alnıma tatlı bir buse bıraktı.
O an, içimde nurlu bir kandil yandı. 
Ve ben, o busenin bıraktığı nurla
içimdeki menzillerde ağır ağır ilerliyorum;
her adımda biraz daha yok olarak,
her yok oluşta biraz daha var olarak.




 






23 Kasım 2025 11:17
DİĞER HABERLER