Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, bu haftaki yeni köşe yazısını "Emanet Kur’an" başlığı ile kaleme aldı.
Emanet Kur’an
Bir güz akşamında kuzeyin bu soğuk ülkesine yeni gelmiş olan Mustafa Öğretmen: “Bu süreçte beni en çok üzen olaylardan biri kitapları gömmek oldu.” diyor, “Hatıralarımızın müzesi olan evlerimiz, hatıralarımızın mezarı oldu. Nur Risaleleri, Pırlanta Kitaplar, Cevşenler suç unsuru sayıldı. Evlerin bahçeleri, dağlar-taşlar milyonlarca kitaba mezar oldu. Bizi kurak topraklardan alıp çiçeklerin ve kokulu bitkilerin yetiştiği zümrüt yeşili bereketli bahçelere götüren ışık huzmelerinin üzerini toprağın karanlığı ile örtmek zorunda kaldık. Binlerce, milyonlarca kitap toprağın bağrında yatıyor. Dün olduğu gibi bugün de bereketli Anadolu toprakları kitap mezarlığına döndü. Bir devrin kültür mirasının kalbi o topraklarda atıyor. Biz biliyoruz ki her toprağın altına giren ölmüyor. O bereketli topraklar, bağrındaki kitapların çiçeğe dönüşeceği Anadolu baharını bekliyor.” Mustafa Öğretmenin bu sessiz çığlığı beni yıllar öncesine götürüyor. Kura’nın yasaklı yıllarına… Mehmet Ali Şengül Hoca’mız hatıratında, “Daha çocuktum,” diyor, “Bir gün köyün hocası Hüseyin Hafız elimden tutarak bir kabrin başına götürdü. O kabrin başında çok ağladı. Annesinin babasının kabri başında o kadar ağlamadı. ‘Bu kabirde yatan kim, neden bu kadar ağlıyorsunuz?’ dedim. ‘Evladım, bu kabirde cenaze yok, dinimiz gömülü. Burada köyün Kur’anları gömülü,’ dedi ve yine çok ağladı.” Anadolu’nun her yerinde yaşanan bu hazin sahnelere dağlar, taşlar, nehirler şahitlik ediyor. Bu hazin sahnelerin birine de Asi Nehri tanıklık ediyor. Antakya’nın Karaksi köyü sakinlerinden Bekir Efendi, sırtıyla şehre götürdüğü odunları satarak geçimini sağlayan yoksul bir köylüdür. Dağdan odun getirdiği bir gün, bir devlet görevlisinin çuvallara doldurduğu Kur’an’ları Asi Nehri’ne attığını görüyor. Yanına yaklaşıyor: “Şu Kur’an’lardan birini bana ver de dağda bir yere saklayıp her gittiğimde okuyayım.” diyor. “Seni asarlar.” “Asarlarsa assınlar.” 1950’den sonra ortalık biraz yumuşuyor. Bekir Efendi o Kur’an’ı dağdan getirip oğlu Küçük Mehmet’e emanet ediyor. “Oğlum, Bu Kur’an’ı senin için Asi Nehri’nden kurtardım.” diyor. Bekir Efendi, oğlu küçük Mehmet’in Kur’an’a hizmet etmesini istiyor. Onu, 10 kilometre ötede bir köydeki Hasan Hoca’ya gönderiyor. Küçük Mehmet, kış günleri karlı-buzlu dağları, tepeleri ayağına bez bağlayarak aşıyor. Yedi yaşında hafız oluyor. Genç yaşında devrin iyi bir âlimi oluyor. Üzerinde bir ermişin sekineti olan bu soylu insanı ilkin İzmir İlahiyat’ta görmüştüm. Üst sınıfların birinde, bir sırada oturuyordu. Önünde Arapça kitaplar yığılıydı. Uzun boylu, gözleri hiç suyu eksilmeyen ışıltılı pınarlar gibiydi. Bakışlarından her dem bir dolunay doğuyordu. Hocalara ders okutacak kadar ilim sahibi bir talebeydi. Hem Yüksek İslam’da okuyor hem de Hocaefendi’nin vaaz verdiği Bornova Büyük Camii’de imamlık yapıyordu. Eşi Şükran Hanım: “Hocaefendi’yi tanıdıktan sonra çok değişti.” diyor: “Kasetleri dinliyor, saatlerce ağlıyordu. Bana çok garip geliyordu. Yirmi beş yaşında bir adamın bir çocuk gibi ağlaması. Yemesi, içmesi, yolda yürümesi bile değişmişti. Yakınımızdaki bazı insanlar ‘Bu hoca böyle giderse aklını zayi edecek. Biz de Müslümanız, ne oluyor buna böyle?’ diyorlardı.” Hocaefendi onunla tanışınca: “Otuz yıldır aradım, yeni buldum.” diyor, “Tanıdığım onca insan arasında onun kadar Allah’a yakın birini görmedim diyebilirim. Farklı bir mertebenin insanıydı.” Özyurt Hoca, adeta Hocaefendi'de fani olmuştu. Sûreten ve sîreten birbirlerine çok benziyorlardı. Dinleyen kişiler, yüzünü görmeseler, konuşanın Hocaefendi olduğunu sanırlardı. 1980 ihtilalinde bir grup arkadaşı ile tutuklanıyor. Yirmi üç gün boyunca o daracık, karanlık hücrelerden işkence sesleri yükseliyor. Şükran Hanım: “Hücreden çıktıktan sonra sırtındaki ve ayağındaki deriler iki yıl boyunca parça parça döküldü, rükû ve secdede zorlandı, doğrulurken eliyle destek alıyordu.” diyor. Mehmet Hoca bir daha resmî görevine dönemiyor Hocaefendi onu Diyarbakır’a gönderiyor Artık Doğu’yu karış karış geziyor; münbit toprakların bağrına muhabbet tohumları serpiyor, o tohumları da gözyaşlarıyla suluyor. Sivil polisler hiçbir gizlenme ihtiyacı hissetmeden adım adım takip ediyor. Bir gün bir halıcı dükkânına giriyorlar. Dükkân sahibi: “Hoca, ben hacca gitmişim” diyor, “Elâlemin çocukları ile mi ilgileneceğim. Ne işin var burada, git memleketine işine bak.” Kor ateşe gülümseyen insandır o. Dilim dilim doğranırken cellatlara gülümseyen insandır. Bir yolculuk sırasında otobüsün bagaj bölümünde koliler arasında yatan yedek şoförü arkadaşı Ali Candan’a göstererek “Bak ağabey, insanlar rızıkları için ne meşakkatlere katlanıyorlar, bizimkisi de fedakârlık mı?” diyor. En basit bir resimden bile muhteşem tablolar çıkarabilen Rönesans ressamları gibidir. Diyarbakır’da ailesi ile aç yattıkları geceler oluyor. Durumdan haberi olan Hocaefendi bir miktar para gönderiyor. “Biz bunun için mi koşturuyoruz? Ben bunu çocuklarıma nasıl yediririm,’ diyerek günlerce ağlıyor. 1986 yılında tekrar hapse giriyor. Ailesi ile yeterince ilgilenilmediğini fark eden Hocaefendi yakınındakilere serzenişte bulunuyor: "Bir yerde herhangi bir kardeşimizin başına bir şeyler gelirse cesedin diğer uzuvları ona doğru koşması gerekir. Kardeşi sıkıntı içindeyken insanların boğazından lokma nasıl geçiyor, aklım almıyor. Şimdi sahip çıkmazsan ne zaman sahip çıkacaksın? Bir insan davasına, inandığı kadar sahip çıkar.” Eşi Şükran Hanım: “Ömrünün son günlerinde onda bazı değişiklikler hissetmiştim.” diyor, “Gözleri daha fazla yaşarıyordu. Dakikalarca bir noktaya bakıyor, düşünüyor, ağlıyor, çoğu zaman sesli olarak dua ediyordu. Vefatından bir hafta kadar önceydi, Antep’ten dönüyorduk. Birçok yere uğradı. Her girdiği yerden insanlar onu topluca uğurluyordu. Herkesle sanki vedalaşıyordu. Yolda Hocaefendi’nin bir kasetini koydu. “Vücudunuz paramparça olsa, kanlarınız şakır şakır aksa iman etmedikçe şehit olamazsınız.” sözünü duyunca, ciğerleri parçalanırcasına bir ‘Offff’...’ çekti. Direksiyonun göğsüne öyle bir vurdu ki, biz korktuk. Daha doğru dürüst dinlemeden, Van’a doğru yola çıktı. Van’dan döndüğünde çok yorgun ve bitkindi. Kıpırdayacak hâli yoktu. Başını dizlerime koydu. “Kamyon şoförlerini geçtin.” dedim. “Ne gecen var ne gündüzün. Hiçbir gün biz seninle birlikte olmayacak mıyız?” Gözleri ıslak ıslaktı. Hareketsiz bir şekilde yüzüme baktı: “Dua et.” dedi. “Allah ahirette nasip etsin bunu bize.” Baktım gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. “Ne oldu sana böyle? Son günlerde çok değiştin.” dedim. “Ben de bilmiyorum, ben de bilmiyorum.” dedi. Sonra kalktı. Çamaşır dolabını açtı. Karıştırırken çok önceleri bana getirdiği bir elbiselik kumaşı buldu. “Bunu ne zaman diktireceksin? dedi. “Bilmem.” dedim. Kumaşı eline aldı. Bir bana, bir kumaşa baktı. “Fakirin bir şeyi olur, ya giyer ya giyemez; sen de bu elbiseyi giyemeyeceksin.” dedi. Gözleri İstanbul’dan getirdiği porselen bir demlik ve yanında duran iki çay bardağına ilişti. "Seninle baş başa oturup şunlarla bir çay içmeyi çok isterdim ama bir türlü nasıp olmadı, artık orada içeceğiz." diyerek gönlümü almaya çalıştı. Bir süre evin içinde yorgun bir kelebek gibi ağır ağır döndü dolaştı. “Hemen Urfa’ya gitmem lazım.” dedi. Bunu birkaç defa tekrar etti. Ama o derece yorgun, bitkindi ki… Gözlerinin altı mosmor, gözlerinin içi kan kırmızıydı. Yolculuk için elbiselerini değiştirdi. O kadar ağır hareket ediyordu ki… Üzerinde dağlarca yük var gibiydi. Çorabının birini giydi, diğerini giymekte zorlandı. Ellerimle giydirdim. Evden çıkarken o ışıltılı pınarlar gibi güzel gözleriyle gözlerimin içine bakarak: "Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok. Beş çocukla, ne yaparsın?" “Niye böyle söylüyorsun?” dedim. Sustu… "Çocuklarını öptü, ayakkabısını giydi. Bir basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun?' dedim. 'Hayır.' dedi. Gözleri ıslaktı. Kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı, baktım. Merdivenin sahanlığında duruyordu. 'Bir şey mi var?' dedim. 'Yok.' dedi. Yüzüme dikkatlice baktı. ‘’Allah'a ısmarladık.’' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona koştum. Aşağıya baktım, gitmiş, göremedim. Bu, onu son görüşümdü.” Ancak efsanelerde görebileceğimiz 43 yaşındaki derviş ruhlu bu esatiri yiğit, bir eylül günü üç arkadaşıyla Urfa-Antep yolundaki Akabe bölgesinde geçirdikleri trafik kazasında yanarak şehit oldular. Alevlerin tutuşturduğu demir yığınlarının arasından yanık bir et kokusu karıştı güz rüzgarlarına. Mehmet Özyurt, Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Halil İbrahim Çelik… Güz gülleri gibi hiç bahar görmeden gittiler bu dünyadan. Acı haberi aldığında Hocaefendi’nin dudaklarından “Belim kırıldı.” sözleri dökülüyor. “Güllerin Efendisi’nin Hazreti Hamza’ya ağladığı gibi ağladım.” diyor. Mehmet Özyurt Hoca’dan geriye gelecek nesillere yazılmış bir mektup gibi yanık ve kanlı bir not defteri kalıyor. O ucu yanık mektuptaki yetim ve yanık cümlelerin birinde: "Herkes bulunduğu sahada şartsız, kayıtsız ve ölünceye kadar beklentisiz hizmete devam etsin." yazıyor. Geriye bir de şirazesi dağılmış eski bir Kur’an kalıyor. Babası Bekir Efendi’nin Asi Nehri’nden kurtardığı emanet Kur’an…
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.