Samanyoluhaber.com yazarlarından Safvet Senih, yeni köşe yasızını 'Sarıbıçak Mustafa Hulusi' başlığıyla kaleme aldı.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Barla Lâhikasında neşredilen uzun bir mektubun başına şu takdimi yazıyor:
(Birâderzâdem merhum Abdurrahman'ın vefâtını müteâkip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahmân'ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtâr edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsi'nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır.)
Ey benim muhterem Üstadım!
Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semâya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O Zâtın Risale-i Nur'u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem Zülkarneyn'dir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselâmın vekilidir; yani müjdecisidir." denildi. Bunun üzerine Üstad-ı muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler'den yazdım ve okuyorum. İstidâdım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, risalelerden hakkıyla istifâde ve istifâza edemiyordum.
Bilâhare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz yazdım. Bir-iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve mânevî on beş yaşından beri, mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedâvi etti. Elhamdülillâh. Bunun üzerine bir rü'ya gördüm. Rü'ya budur:"Menâmda, kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acîb fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de, bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sâhib oldum..." Bunun üzerine bir rü'ya daha gördüm:
Bunun üzerine risaleleri devam üzre yazmakta iken, Allah'ın tevfîkı ve Üstad-ı muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rü'yamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur'ân'a talebe oldular. Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lâîn ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı.
Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşlarımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hattâ, bazan bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler, âciz talebeniz bir risâle okursam evhamını kaldırır giderlerdi. Cenâb-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallâk-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden râzı olsun.. âmîn...
Yarın Mahşerde, herkesten evvel Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşâallah.. âmin. Bu gençlerin her gün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve her bir risaleyi okurken, en aşağı sekiz on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i âhirzamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medâr-ı şükrandır.
Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitapları okurdum, maddî ve manevî yaralarımı tedâvi edecek ilâç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki; her saat kendimi intihar etmeğe karar verirdim. Acaba hâlim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil nerede bulabilirim diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım.
Cenâb-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder; ve her zamana lâyık çâreleri icad eder; ve her yaraya muvafık ilâcı ihsân eder.. öyle de, bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara-Üstad-ı muhterem vasıtasıyla-risaleleri Türkçe olarak te'lif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim.. lâyuad ve lâyuhsa Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun ve Üstad-ı muhteremi de Kur'ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin, âmin.
(Haşiye) Evet Mustafa kardeşim, Said'in üç şahsiyetinden ikisini tamam fark etmiş. Said'deki Üstadını, ders verdiği vakit âlî görüyor. Bîçâre dostu olan Said'i, hakikatte olduğu gibi âdi görüyor ve gördüğü doğrudur...
Ben hiç bir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okumadığım halde; yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise; bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar, geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip risale okuyuver diyorlar.
Eğer sesim erişse, olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: "Risaleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir." Medresede okumaktaki maksad; evvelâ kendini kurtarıp, sâniyen Ümmet-i Muhammed'i (A.S.M.) kurtarmağa çalışmak değil mi? Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.
Ve her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyâda geliyor, ıslâh oluyor. Herhangi bir maddiyyun bir risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiç bir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânasıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa, "Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz" diyor. Risale-i Nur, lisân-ı hâl ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü deccâla "Ya îman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın" diyor.
Şimdi aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutub ararken, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı muhteremin sa'yi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risaletü'n-Nur ve Mektubâtü'n-Nur, yüz on dokuz adediyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.
Ey maddî ve manevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarikat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî,Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Hâlid (Radıyallahü anhüm) Kaddesallahü esrârehüm Hazretlerinin derece-i kemalâtları, merâtib-i îmanları risalelerde ve Mektubat'da vardır.
Döneceğim bâlâdaki rü'yanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tâbir edeceğim, Allah hayretsin:
Biri büyük, biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise, Üstad-ı muhteremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acîb ve garâib-i bedi âletleri ise, bu zamana kadar hiç bir imamın söylemediği kelimeleri ve îman telkinatlarını yapan Risaletü'n-Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise; Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi' âletler ise, Risale-i Nurun düsturları, hakikatları ve mesâil-i îmaniyedir; okuyan ve yazan insanlar; öyle kuvvetli, sarsılmaz îmanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, Risaleleri okuyup yazan adamların kemâl-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum velâyet ise; velâyet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur'dur. Bu rü'yayı takviye için, bir rü'ya daha söyleyeceğim: "Menâmda, İstanbul'a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul'a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur, dükkânların içinde -sandıklarda- büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul'dan yaya olarak avdet ettim..."
Allahu a'lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de Risaleler ve Mektubatü'n Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatın bürhanlarını, satışa çıkaran ve her Risale bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nuranîdir. O sergide, îmanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatım gelmiştir.
İkinci gördüğüm rü'yanın tâbiri, Allahu a'lem böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, mânevî Allah'a asker olan gençlerin Isparta Vilâyetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zât ise, üstad-ı muhterem Said Nursî'dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise; risaleleri okuyup, lezzetini anlayan -benim gibi ve arkadaşlarım gibi- diyenlerdir.
Evet üstâd-ı muhterem, insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin îmanî risaleleri okuyup îmanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden daha tatlı i'caz-ı Kur'ân esrarına ve îmanın envârına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise; gençlere ihsân-ı İlâhî, ikrâm-ı İlâhî ve üstad-ı muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir inşâallah... Benim aklım bu kadar eriyor. Bu kadar tâbir edebildim. Rü'yalarımın ıslâh ve tâbirini rica ederim.
Yirmi gün zarfında bir rü'ya daha gördüm: Eğirdir Gölünün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde üstâdım Said (R.A.) bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip üstâdımın elinden o kitabı-yani okuduğu hutbeyi- istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: "Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiç bir imam okumamıştır" diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım.. Allah hayretsin.
Bu rü'yâyı da bildiğim kadar tâbir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) dir. O çadır ise Isparta Vilâyetidir. O hutbe ise, Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânîdir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu târif ediyorlar. Üstâdımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.
Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdârı ve müjdecisi üstadımın neşrettiği Risale-i Nurdur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstâdıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mes'ele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?
Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Alâ küllihâl anlayamadığınız mes'eleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve îman hakikatı çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilâtınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifâde etsin.
Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur'da bulabilirsiniz. Ehl-i keşf ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdî'yi soruyor. "Ne vakit gelecek..." Daha Mehdî'yi anlayamamış. Dâbbetü'l-Arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkil suâlin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.
Ey hocalar ve halifeler! Bizim ilmimiz bize yeter deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her mes'eleyi yalnız anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter!!! Uyanmalı...
Peder ve vâlidem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip, iki ellerinden öper ve dua etmektedirler..
Kuleönü'nde Sofuoğlu
talebeniz Mustafa Hulûsi (R.H.)