Beş yaşındaki lösemi hastası Nail’in babası TÜBİTAK eski çalışanı Şaban Koçal yaşadıklarını anlattı. ‘Oğlum lösemi, artık Meriç’teki acıların sadece tanığı değiliz…Oğlum Enes legolarla birşeyler yapardı, kardeşi Nail bozardı. Hayatımız legolar gibi dağıldı… Ama yeni oyunlar kurabiliriz…”
Şaban Koçal’ın yaşadıklarını Kronos’tan Selahattin Sevi’ye anlattı.
Cuma’ydı. Bayramın birinci günü insanların ailesi ve yakınlarıyla iyi dileklerini paylaştığı saatlerde Şaban Koçal’ın kulağı Yunanistan’dan, eşinden gelecek telefondaydı.
– Lösemi, oğlumuz lösemi!
Meriç’i geçerek sığındıkları Atina’dan sonra geldiği Almanya’da iltica başvurusu kabul edilen Şaban Koçal şaşkındı. “Eşim oğlumun vücudundaki morlukları farketmişti, telefonda benimle de paylaşıyordu.” diye anlatıyor. Sebebini anlayamamışlar. “Bir yere mi çarpıyor, kardeşiyle oynarken mi oluyor. Nail, ağabeyi Enes gibi esmer değil, beyaz tenli, sarışın bir çocuk, ondan olabilir.”
Fakat arefe gecesi ateşlenince anne Birgül Koçal sabaha kadar uyumuyor. Önce kendileri gibi mülteci olan tanıştıkları Türkiyeli bir doktora götürüyor Nail’i sabah erkenden. Doktor elini kulağının arkasına atınca farkediyor. Orada lenfler varmış. O eline gelince, doktor “Hemen hastaneye götürelim” diyor.
Hastanede sıra beklerken bir yandan da bilgi veriyorlar Almanya’daki babaya.
ARKA ARKAYA TESTLER
Seri şekilde testler başlıyor hastanede. Bırakmıyorlar bir türlü küçük Nail’i. Telefonlaşan anne-baba, “Acaba Türkiye’de olduğu gibi daha fazla para almak için mi yapıyorlar bu testleri” diye bile geçiriyor içlerinden.
İlk bulgular kan testlerinin kötü çıktığı yönünde. “Hasta burada kalacak, kemik iliği de alınıp test yapılacak sözü” tedirginliklerini daha da artırıyor. “Eşim Nail’i yatırdıkları birime bakıp, bütün çocukların kanser ve saçlarının dökülmüş olduğunu görünce az çok durum belli oldu” diyor baba Şaban Koçal: “Anladık. Perşembe, yani arefe akşamı gece sularında durum belli oldu. Bayram günü öğleden sonra da her şey dedikleri gibi ve net olarak ortaya çıktı. Çocuğumuz lösemiydi. 100 hücreden 89’u negatifti.”
Demek ki, kemikten ilik örneği alınmadan önce “Kemoterapiyi burada mı, gittiğiniz yerde mi olmak istersiniz” sorusu boşuna değilmiş…
‘ARTIK DAYANAMIYORUM…’
Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin doğup büyüdüğü Rize’yi andıran küçük ve ormanlık bir kasabasında henüz oturma izni alan Şaban Koçal, “Bir an önce gitmek istedim” diyor. Dünyanın farklı yerlerinden arkadaşlarıyla konuştuğunda herkes itidal çağrısı yapmış. Fakat, eşi “Artık dayanamıyorum” diye feryad edince ikilemde kalmış. “Oğlun lösemi dediklerinde bile o kadar etkilenmemiştim. İpler koptu. Gidip resmi kurumlara talepte bulunacağım. Kabul ederse ederler, etmezlerse bir şekilde gideceğim diye düşündüm” diyor Koçal. “Sonunda kalmaya ve hasta olarak buraya getireceğim oğlum için bir ortam hazırlamaya karar verdim. Biliyorum ki, hastalık Allah’tan geldi, tedavisi de ondan gelecek.”
Bir çok mültecinin aksine dil problemi yokken, çalışma izni çıktığında hemen iş bulabilecekken önlerine beklenmedik bir engel çıkıyor. Bir saatte, bir trenin geçtiği istasyonun Araplar tarafından işletilen dükkanının önündeki masada otururken, “Bilemiyorum. Tam düzlüğe çıkacağız derken yeni bir imtihan geliyor. Biri bitmeden biri başlıyor. Allah’tan gelene razıyız” diyor tevekkülle Şaban Koçal.
OKULSUZ BİR YIL
2017 yılının Kasım ayında Meriç üzerinden Yunanistan’a geçen Koçal ailesi Gümülcine ve Selanik üzerinden Atina’ya ulaştı. 9 yaşındaki Enes ve 5 yaşındaki Nail uzun süre okuldan mahrum kaldı. Evlerine gelen bir öğretmen ileride yerleşmeyi düşündükleri ülkenin dilini, Almanca’yı temel seviyede öğretmeye çalıştı. İki kardeş bir yandan da internetten Morpa Kampüs sitesi üzerinden Türkiye müfredatındaki derslere çalıştı. “Atina’da okula gidenleri biliyoruz, pek bir faydası olmuyor. Çocuklar için aktivite oluyor” diyen Şaban Koçal, “Kısa süre kiralanabilen evlerde kalıyorduk zaten.
‘TÜRKİYE’DE DIŞLANDIK, BURADA KAPIDA KALDIK’
Çok ev değiştirdik Atina’da.” diyerek anlatmaya başlıyor:”Hatta eşimin bir ağlama duvarı vardır Atina’da. Şöyle ki, geçen yılın Kasım ayında Selanik’e ulaştık, birkaç gün sonra Atina’ya geçtik. Otobüste internet üzerinden Airbnb’den ev kiralamaya çalışıyorum. Rezervasyon yapamıyorum. Parola, yüz fotoğrafı istiyor, kimlik bilgilerini kabul etmiyor. Meğer bir Facebook hesabıyla kolayca hallediliyormuş. O da bizde yok. Türkiye’deki bir yakınımızın kredi kartıyla zor zahmet rezervasyon yaptırdık. Atina’ya varınca bir arkadaşımızla buluşarak taksiyle evin kapısına geldik. Ev sahibi, “Ben sizi beklemiyordum, rezervasyon var ama ayrıca aramanız lazımdı. Benimle konuşmadan gelmemeliydiniz. Şimdi müsait değilim” diyor ve telefonu yüzlerine kapatıyor. Şaban Koçal, “Kaldık kapıda. Biraz yürüdük. Orada bir taş var parkın kenarında. Eşim orada hüngür hüngür ağladı, ‘Türkiye’den dışlandık. Burada kapıda kaldık.’ diye. Daha sonra oradan geçtikçe fotoğrafını çekip gönderirdim eşime, ‘Bak senin ağlama taşın burada’ mesajıyla.”
ATİNA’DA YENİ ÇEVRE, YENİ DOSTLAR
Koçal ailesi bir süreliğine biri arkadaşlarının yanında kalsa da uzun sürmemiş. Ardından Atina’nın dağa yakın Physico semtinde bir ay kalabilecekleri bir eve taşınmışlar. Ev sahipileri 70’lerinde, yürüme zorluğu çeken bir kadın. Eşinin, Madam Sandra diye hitap ettiği kadın üst kattan bile elektirikli sandalye ile inebilen biri. Fakat pazara, kuaföre birlikte gidiyorlar. Hatta bir süre sonra ‘inanılmaz iyi insan’ Sandra Hanım kiracısı olan Koçal ailesine ev hediyesi bile takdim ediyor.
YUNAN POLİS MEMURUNDAN NEZARETTE NEZAKET
Şaban Koçal, süreç boyunca yaşadıkları zorluklar için, “Belki de bazı iyi insanları” tanımamız için bütün bunlar başımıza geldi diyor:
“Almanya’ya uçmak için Girit’e gittik. Tabi başarılı olamadık ve yakalandık. Nezarette polis memuru bir kadın vardı. Ben erkekler tarafında, eşim çocuklarla kadınlar bölümünde kalıyor. Kadın polis koğuşa giriyor, eşimin ellerini tutuyor. Eşim Türkiye’yi ve yaşadıklarını anlatıyor. Karşılıklı ağlaşıyorlar. ‘Bizim için aile çok önemlidir’ diyor, beni alıp öyle bir uygulama olmamasına rağmen kadınlar koğuşu tarafına geçiriyor. ‘Biliyorum ailece akşam yemeği yemek sizin için de, bizim için de çok önemli. Birlikte aynı sofrada olun’ diyor. ‘Ama böyle bir uygulama yok, size yarım saat mühlet’ diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Fakat, yarım saat geçiyor, bir saat geçiyor. Polis memuru nezaretteki aileyi rahatsız etmiyor. Ben kilitli kapıya vuruyorum, artık çıkmak istiyorum diye. Ona bir zarar gelmesiniden korkuyorum.”
EV SAHİBİMİZ ŞİMDİ DOSTUMUZ OLDU
Atina’ya dönen aile daha sonra eşinden ayrılmış bir sinema-tiyatro sanatçısının evini kiralıyor. Atina’nın merkezindeki Metaxourgeio metro istasyonu yakınlarındaki eve bir gün ev sahipleri Anna’yı da davet ediyorlar. “Kahvaltıda konuşma imkanı oldu” diyen Şaban Koçal, “Daha önce herkese söylediğimiz gibi iş için geldik demiştik. Durumu anlattık, Türkiye’de başımıza gelenleri açıkladık. Daha sonra evden ayrılsak da eşimle dostlukları devam etti. İki haftada bir görüşüyorlardı. Hatta bir gün, ayrıldıkları eşiyle konuştuğunu, geniş bir çevresi olduğunu, kendileri yararına bir kermes düzenlemek istediklerini söyledi. Şaşırıp kaldık. Teşekkür ettik” diyor.
Anna Nail’in rumunu öğrenir öğrenmez hastaneye koşmuş. Eşi Birgül Hanım’a sarılmış. Ağlaşmışlar. Giderken de, “Varlıklı bir arkadaşım var, merak etmeyin, bütün hastane masraflarını karşılayacak” demiş.
Mülteci statülerinden dolayı hastane ücret talep etmese de özel testler ve ilaçlar için yapılan harcamaları Atina’da evlerini kiraladıkları Anna karşılayacak şimdi.
DENEMELER BAŞARISIZ OLDU
Şaban Koçal’ın “Dördümüz denedik olmadı, iki iki denedik olmadı” sözleriyle tarif ettiği Atina’dan yasa dışı yollardan çıkma çabaları sonuç vermese de kalıcı dostluklara kapı aralamış. Koçal, “Benim 16 günlük gözaltım vardı, eşim yaklaşık 9 ay tutuklu kaldı, dosyası daha kabarıktı. Onun geçmesinin Batı’da işlerimizi daha da kolaylaştıracağını ve hızlı oturum alabileceğini düşündük” derken, “O geçmiş olsaydı çocuklala ben kalacaktım. Hastanede ben olacaktım. Ben onu bekleyecektim” sözleriyle yaşadıklarını gözlerinde canlandırıyor.
Sonunda, “garantici” dedikleri, geçme işlemi başarılı olunca ödemenin yapıldığı ve kendisine 2 bin 500 euro’ya malolan yöntemle Almanya’ya ulaşma imkanı olmuş. 26 Ocak 2017’de Almanya’ya gelmiş, 23 Nisan’da oturumu çıkmış, 7 Mayıs’ta da kabul mektubu kendisine ulaşmış.
BU SEFER YASAL ÇIKACAĞIZ
Koçal, “Eşim 8 buçuk ay kadar bu olayı bekledi. Legal bir şekilde gelebilmeyi çok arzu ediyordu. Hep şakasını yapıyordu. Arabayla gelip alayım diyordum. ‘Havalimanında defalarca yakalandık, eziklendik, küçük düştük.’ sözlerinden sonra polislere havalimanında, ‘bakın, bir daha bakın, bir daha kontrol’ edin diyordu şakayla. Arefe günü konsolosluktan ‘gelin, fotoğraflarınızı verin’ diye haber gelmişti. 15 gün içinde gelebileceklerdi. Fakat Nail’in ateşlenmesi ve hastaneye kaldırılmasıyla başlayan süreç bütün planlarımızı bozdu.
YENİ BİR ZORLU SÜREÇ…
Baba Koçal, “İlk baştaki ‘dayanamıyorum’ sürecinden itidal noktasına geldik” diyerek bütün planları yeniden yapıyor, çocuklarına ve eşine kavuşacağı günleri heyecanla bekliyor. “Eşimin yanında yakınları var. Oğlumuzun hastalığının kemoterapi kısmı çok zor bir süreç. Eşimin bir arkadaşının çocuğunda beyin tümörü vardı. Aşağı yukarı neler olabileceğini kestirebiliyoruz. Eşim kemoterapi anında, saçlarının döküldüğü, benzinin attığı anlarda yanında olmamın daha uygun olacağını söylüyor. Bir aylık sürecin ilk haftasında kortizon tedavisi var. Ardından kemoterapi. O zaman yanlarında olacağım. Çünkü şimdi orada olması gerekiyor ve seyahat etmesi çok riskli. Eşimin sesinin güzel geliyor olması güç veriyor.”
Baba Koçal şimdi başka şeylere odaklanmış durumda. Ailesi Almanya’ya geldiklerinde bir evlerinin olması lazım, küçük Nail için de bir hastane ile konuşulması gerekiyor.
‘DOSTLARA ÜZÜLÜRKEN BUNLAR BAŞIMIZA GELDİ’
Meriç’i geçerken hayatını kaybeden Abdürrezzak ailesiyle tatile gidecek kadar dostlarmış. Şaban Koçal’ın eşi Birgül Koçal Yunan gazeteleri için Ayşe Abdürrezzak’ı, oğlunun adaşı Enes’i anlatmış iki harfli bir rumuzla. Koçal, “Orada tanıkken şimdi olayın objesiyiz” diyor.
NEDEN TÜRKİYE’DEN AYRILDIK’
Bilgisayar mühendisi Şaban Koçal Türkiye’dan ayrılmaya karar verme sürecinden önce yaşadıkları cadı avını anlatıyor:
“Darbe girişiminden iki ay önce, 2016 Mayıs’ında işten atıldım. TÜBİTAK’ta uzman araştırmacı olarak çalışıyordum.
Bütün notlarım A seviyesinde, en üst seviyede yani. Müdür yanına çağırdı. ‘Senin cemaat üyesi olduğunu biliyoruz, bu bizim burada çalışanlarda istemediğimiz bir şey.’ dedi. Ona, kurumda bin 500 ile 2 bin kişinin mühendis olarak çalıştığını, bazıların yazılım, bazılarının donanımda iyi olduğunu, kendimin ise ikisinde de iyi olduğunu anlattım. Benim yaptığım işi bu kadar mühendis arasında sadece 3 kişinin yapabileceğini söyledim.
17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra bir kalemde 250 kişi atıldı. Onlar 4 aylık deneme süresi dolmamış kişiler olduğu için kolay oldu. Daha sonra kanunen o kadar izin verildiği için her ay 30 kişi atıldı. Mayıs ayının talihlisi 30 kişi arasında ben de vardım.
Müdür odasında farklı konuşsa da atılırken, “Hizmetinize ihtiyaç kalmadığından yasal haklarınız ve tazminatlarınız ödenerek iş aktiniz tek taraflı feshedildi” deniyor. Yani, ortada suç veya suçlama falan yok. Ama devletin imkanları bende, paranı veririm, seni atarım demekti bu.
Darbe girişimi olayına kadar da zaten daha önce atılan bir çok mühendis geri dönüş davalarını kazandı. TÜBİTAK kabul etmediği için 8 maaş tazminat aldılar. Çok sivrildiği için Hasan Palaz istisna… Ben de aynı yoldan gidiyordum ama bu olay oldu.
TÜBİTAK’TAN ATILINCA ŞİRKET KURDUK
12 sene iş tecrübem vardı, 3 buçuk yıl TÜBİTAK’ta çalıştım. Ayrılınca arkadaşlarımızla bir şirket kurduk. Önemli bir proje almıştık. 18 ayda bitirme sözü verdik ama 6 ayda tamamlamıştık. 31 Temmuz günü gece yarısına kadar çalışıp uyudum. Sabah 6’da polisler kapımızdaydı.
Evin altını üstüne getirdiler. 1 dolar dahi bulamadılar, mutlu olamadılar yani. Ben sakindim, eşim ağlıyordu. Sürpriz değildi benim için, TÜBİTAK’tan atıldıysak, fişlenmiştik. Geleceklerdi. Evimden çıkarken bana kelepçe taktılar. Amir gördü, ters kelepçe takın talimatı verdi. Çocuklarımın ve eşimin yanında bana suçlu muamelesi yapıldı. Eşim ağlıyor durmadan. ‘Takip edeceğim sizi’ dedi arkamdan. Polis, ‘Hızlı gideceğiz, takip edemezsiniz’ diye uyardı.
‘KIRMIZILAR BANA YEŞİLDİ’
Polisin Kartal yan yoldan ana yola bir çıkışı vardı ki, az daha bariyerlere çarpıyorduk. Eşim peşimizde. Gayrettepe’ye kadar geldik. Hastane kapısında eşimle göz göze geldik, ‘Ne yaptın, bütün kırmızı ışıkları geçtin’ dedim. ‘Baktım bana hepsi yeşildi’ dedi.
Gayrettepe Emniyet’in içi boşaltılmıştı. Sadece cemaat suçlamasıyla getirilenler vardı. Sonra beni İzmit’e götürdüler. Orada bana değil ama arkadaşlarıma çok işkence oldu. Emniyet müdürü ve terörle mücadele şube müdürü bizzat gelip bize karşı işkence gören arkadaşı göstererek, ‘Arkadaşların anlattı mı sana konuşmazsa neler yapacağımızı’ dedi. Düşünün, İzmit Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürü, il emniyet müdür yardımcısı…
Meğer bir kişi 16 kişinin ismini vermiş, benim gibi 3 kişi için ‘Bunlar da olabilir, TÜBİTAK’tan atıldı’ demiş. TÜBİTAK’tan neden atıldığımızı bilmiyoruz ama TÜBİTAK’tan atıldığımız için cemaatçi olabilirmişiz!
İKİ KİŞİLİK KOĞUŞTA 11 KİŞİ
İki kişilik koğuşta, 11 kişi yattık. Ağustos sıcağı, kokuyor. Banyo yok, sabun yok, şampuan yok, diş macunu yok! Polisler burnunu tıkayarak gezmek zorunda kaldılar. Kendi aralarında ‘Burası ahır gibi kokuyor, biz de kokacağız şunlara bir sabun falan verelim’ diye konuşuyorlar.
Beş günde bir dönerli olarak banyo izni verildi. Tamamen kendilerini düşündükleri için. Bir hafta kelepçeli uyuduk, kelepçeli yemek yedik, kelepçeli namaz kıldık. Güzel anılardı geriye dönüp baktığımda.
Hakime, ‘Ne ben onları tanırım. Ne onlar beni. Gelsinler evimi tarif etsin şikayet edenler’ dedim. Gazetelerde okuduk, insanlar çırılçıplak soyuluyor, kulağı burnu kanayıncaya kadar dövülüyor, biri kendini kurtarmak için ismimi verebilirdi.
Hakim beni haklı buldu, insaflı biriymiş. ‘Serbestsin’ dedi.
‘ÇIKACAĞIM GÜN EŞİMİ ALMIŞLAR’
Ben İzmit’te nezaretteyken eşim geliyordu. Kirlileri alıyor, temizleri getiriyordu. Fanila markalarının içine küçük notlar yazarak bana güç veriyordu.
Fakat tahliye olduğumda kapıda yoktu. Ablası ve erkek kardeşi vardı. İkisi de ağlıyordu. Neden ağlıyorsunuz diye sorduğumda, ‘Sen çıktın ya’ diyorlardı. Tabi orada öğrendim, benim çıkacağım gün Birgül’ü almışlardı bir sabah vakti. Sanki bu ailede anne babadan biri olmaması lazım.
Eşim benim için gelmişti, bu sefer ben onun için Gayrettepe’ye gittim. Haber alamıyorduk. Bir gece 35 kişi ile Çağlayan Adliyesi’ne çıkarıldı. Çok yağmurlu bir geceydi. Saat 4 gibi 35 kadından 33’ü tutuklanmıştı ve eşim de onların arasındaydı.
ANNESİNİ HAPİSTE YALNIZ BIRAKMADI
Eşim Bakırköy Kadın Cezaevi’ne gönderildi. Çocuğumuzu içeri vermeye çalıştık. Lösemili Nail o zaman 3 yaşındaydı. İstiyordum ki, yanında bizden biri olsun, çocuk da annesiyle vakit geçirsin. Ama içerisinin berbat olduğunu, kadınların ve çocukların pislikten dolayı tuvaletlerde yıkandığını bilmiyorduk. Oyuncak yoktu, kreş yoktu cemaatten gelenlerin çocukları için.
Nail daha önce ateşli bir hastalık geçirmişti. Bir gece tekrar etti. 23 kişi birlikte ağlamış koğuşta. Acil butonu var, basıyorsun gelmiyor, ilaç vermiyorlar. Eşim kendi imkanlarıyla tuzlu bez hazırlayıp burnuna sıkıyor, fayda etmiyor. Sinir, sinir… Dişini sıka sıka önce biri sonra diğer yanındaki dişleri kırıldı. Acısını gidermek için pamuk basıyor oyuk dişlerine. O kadar yani…
‘EŞİMİN ANNESİ 45 KİLOYA DÜŞTÜ’
Bilişimici olduğum için mahkemeye birlikte hazırlandık. Ama eşimi çıkaramadık. Bu arada eşimin annesi üzüntüden hastalandı. Bağırsakları patladı karnında.Teşhis konulması zaman aldı. Her gün, ‘tahliye var mı’ diye bana cezaevini aratıyordu.
Eşim hakkındaki suçlama ByLock kullanımıydı. Raporda 1 saniyede 300 kez girildiği yazıyordu. Hakim dinlemiyor bile, ‘Anlat, anlat…’ diyor, geçiyordu. Avukatları bile şaşırtacak kadar savcının suçlamalarını çürüttük. Ama neye yarar. Hakim, tutuksuz yargılananlara bile tutuklama verdi.
Aslında suçlanan bizdik ama hayatı mahvolan bütün aileydi. Kadıncağız daha sonra 11 gün yoğun bakımda kaldı. Eşim 2107 Mayıs’ında çıktığında annesi 45 kilo kalmıştı. Hala rahatsızlığı devam ediyor.
İLK DENEMEDE GERİ DÖNDÜK
Eşim çıktıktan sonra ayrılmaya karar verdik. Bunun için dalgıçlık eğitimi almayı bile düşündüm, Yunan adalarına geçerim diye. Meriç’ten ilk denememiz başarısız oldu. Botumuz sürüklendi, geri döndük. İzmit’te kaçakçının evinde kaldık. Kapıda kamera olduğu için pencereden girmiştik, hiç unutmuyorum.
İkinci seferde çocuksuz bir aile ve 3 gençle birlikte Meriç’i geçtik.
Şimdi kendime muhacir demekten hicap duyuyorum. Ama yaptıklarımdan pişman değilim. Hayatta yaptığım yanlışlar var ama hepsi nefsimle alakalı. Devlete ve başka insanlara zarar vermedim. Günahlarım var, onlar da benimle Allah arasında.
Oğlum Enes legolarla çok oynardı, birşeyler yapardı, kardeşi Nail gelip bozardı. Bizimki de o hesap: TÜBİTAK’ta bir düzenimiz vardı birileri bozdu, şirket kurduk birileri gelip oyunu bozdu. Buraya geldik plan kurduk, o da bir şekilde bozuldu. Yeni oyunlar kurabiliriz, yeni yollar bulabiliriz diye düşünüyorum.
YENİ BİR HAYATIN EŞİĞİNDE…
Şimdi küçük Nail için herkes seferber. Gelince Münster’deki veya Essen’deki tam teşekküllü bir hastaneye yatırılabilmesi için resmi prosedürler tamamlanıyor. Sigorta şirketleri ve devlet kurumları arasında mekik diplomasisi sürüyor.
Nail Atina’da hastaneye kaldırıldığında 57 bin olan kötü kan hücresi dün 6 bin seviyesine düştü. Yine çok düşük seviyede olan trombosit seviyesi gayet iyi. Doktorların önerileriyle bir an önce Almanya’ya naklini bekliyor.