Bir haftadır yoğun ve baskın duygular altındayız. Normal. Çünkü insanî yardım amacıyla Gazze'ye doğru giden gemiye, İsrail askerleri saldırı düzenledi. Üstelik bu saldırı uluslararası sularda yapıldı. İlk açıklamalar 19 kişinin hayatını kaybettiğini bildiriyordu.
400'den fazla kişi de (ki bunların 33 farklı milletten olduğu ifade edildi) esir muamelesine maruz kalmıştı. Aslında ortaya çıkan bu manzara bile başlı başına bir savaş sebebi sayılabilirdi. Devletlerin iradesiyle sıkılacak bir kurşun sadece iki ülkeyi değil, tüm Ortadoğu'yu; hatta dünyayı korkunç bir savaşın içine çekebilirdi...
Neyse ki hükümet, diplomatik yolu tercih etti ve meseleyi uluslararası hukuka uygun bir mecraya taşıdı. Daha ilk gün Türkiye'nin talebiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi acilen toplantıya çağırıldı, İsrail'i kınama kararı çıkartıldı. Veto hakkına sahip ülkeler buna ses çıkarmadı. Konsey bildirisinde gözaltına alınan kişilerin derhal serbest bırakılmaları isteniyordu. Bu, Türkiye'nin olmazsa olmaz talebiydi. Olay sırasında Amerika'da bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu çok seri hareket etmiş ve İsrail'i hırpalayacak kararların alınmasına sebep olmuştu. Olaylar patlak verdiğinde Kanada'da bulunan ve aylar öncesinden planlandığı üzere ABD Başkanı Obama ile görüşecek olan İsrail Başbakanı Netanyahu, Washington'a gitmedi; ülkesine dönmek zorunda kaldı.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ
Bu arada Türkiye, bir hamle daha yaparak uluslararası baskıyı artırdı ve İsrail'in gözaltına aldığı kişilerin serbest bırakılmasını sağladı. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'e ağır eleştiriler yönelttiği Meclis konuşmasını yurtdışından 27 televizyon kanalı canlı yayınladı ve dünya kamuoyu Gazze'de yaşanan vahim hadiselere vâkıf oldu. Bu, aynı zamanda Türkiye'nin meseleyi diplomasi ve hukuk yoluyla çözmek istediğinin bir deliliydi. Bu yollar tıkanırsa ne olacaktı? Bu sorunun ürpertici cevabı, Türkiye'nin tezlerini güçlendirdi ve hem şehit cenazeleri, hem yaralılar hem de mahsur kalmış insanlar Türkiye'ye döndü.
Daha ilk dakikadan başlayan hassasiyet şimdi sokaklara, mitinglere, gösterilere yansıyor. Oluşan hassasiyetin anlaşılabilir bir yanı var kuşkusuz; ancak ölçüyü kaçırmak bazı yanlışlara da sebep olabilir. Madem mesele biraz soğudu, dilerseniz madalyonun diğer yüzüne de bakalım.
Diyelim ki, BM Güvenlik Konseyi'nden İsrail hakkında bir kınama kararı çıkarılamadı ya da veto yetkisine sahip ülkeler 9 insanın hayatını kaybetmesine bile aldırış etmeden kararı veto etti; ne yapacaktı Türkiye? Savaşacak mıydı? Dışişlerimiz yoğun bir çaba sarf etti ve İsrail'in hapse attığı insanlar 36 saat içinde serbest bırakıldı. Ya bırakılmasaydı? Ya bu işkence aylarca devam ettirilseydi? Ne yapacaktı Türkiye? İsrail'e savaş mı ilan edecekti? Sokağın sesine kulak verirseniz, "Evet, savaşmak gerekiyor." gibi bir sonuca ulaşabilirsiniz. Fakat büyük devletler sokağın anlık hissiyatıyla yönetilmez. Savaşın ne getireceği, ne götüreceği, bunu kimin isteyeceği, nerelere kadar dayanacağını kim kestirebilir ki? Milliyet'te Taha Akyol, Zaman'ın yayınlarının farklı olduğunu, "öbür gazeteler şehitliği, şehitlerin cenaze törenlerini, İsrail katliamını, 'Gazâ'yı manşet" yaparlarken Zaman'ın manşetinin "Uluslararası soruşturmaya ilk delil Adli Tıp'tan" şeklinde atıldığını söylüyor. Doğru bir tespit. Uluslararası krizler yaşanırken popülizm yaparak manşetler döşemek, aklıselimi devre dışı bırakabileceği gibi tamiri imkânsız olan kazalara da neden olabilir...
Olaydan sonra, hükümet adına ilk açıklamayı Başbakan Vekili sıfatıyla Bülent Arınç yaptı. İsrail hükümeti hakkında ağır ve haklı eleştiriler yönelten Arınç, "Hiç kimse bizden savaş beklemesin." diyerek Türkiye'nin büyük devlet olduğunu ve bu yüzden öncelikle diplomatik yolları tercih ettiğini ispat etti. Başbakan Erdoğan da 'uluslararası hukuk yolları'na vurgu yaptı ki doğru bir yaklaşımdı bu. Çünkü Türkiye gibi yükselen bir değerin diplomatik yolları tüketmeden vereceği bir karar, başka güçlerin işine gelse bile bu ülkeye zarar verir. En ucuz atlatılacak bir savaş bile bugünkü istikrarı yerle bir eder, onlarca yıl tamir edilemeyecek hasara sebebiyet verir.
ULUSLARARASI MECRADA HAKLILIĞIMIZI KAYBETMEMEK ESASTIR
Tam bu noktada Fethullah Gülen'in uyarılarına dikkat etmek, bu ikazları soğukkanlılıkla dinlemek gerekiyor. Sağduyunun zamanı yoktur; o her zaman için bir ihtiyaçtır. Devletlerarası hukuka riayet ederek hak aramak, diplomatik yolları sonuna kadar zorlamak ve bütün bunlar yaşanırken ülke vizyonunu daha geniş açılar üzerine kurmak doğru bir stratejidir. Olaylar, fert olarak ruhumuzda büyük bir infiale yol açsa bile, devlet olarak akılla hareket etmek, uluslararası meşruiyeti kaybetmemek esas alınmalıdır. Bazıları buna, "Uzaktan bakınca öyle görünüyor." demiş olabilir. Bu bir ufuk meselesi, uzaktan değil, yukarıdan bakılınca (tepeden bakmak değil) görünen manzara önemli...
Türkiye sadece 'bölgesinde güçlü bir aktör' olarak kalamaz; o aynı zamanda bölge ve dünya dengelerinin kuruluşunda senaristlerin arasına girmek zorundadır. Böyle bir misyon için tarihi de müsait, şuuraltı birikimleri de. Gelişmeler Türkiye'nin önemini ve etkisini artırdı. Ne var ki savaş gibi sonu asla tahmin edilemeyecek bir maceranın, gelinen noktayı da yerle bir etmesi kaçınılmaz. Tam da bu sebeple sağduyulu davranmak, bir fitnenin içine çekilmemek, başka mahfillerde hazırlanmış senaryolarda bilmeden de olsa aktörlük yapmamak gerekiyor. Daha zor olanı da koro halinde konuşulurken ezber bozacak bir yaklaşım ortaya koyarak herkesi sağduyuya davet etmek. Çünkü meseleyi sadece öfkeye dayayanların (bu öfkenin haklı sebepleri olsa bile) büyük fotoğrafı görmesi hiç de kolay gözükmüyor...
Önce kim hesap vermeli?
Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu için 10 yıl hapis istenmiş. Sebep? Aktütün baskını ile ilgili yayınladığı haberler... Aktütün saldırısını unutanlar için bazı hatırlatmalar yapmak şart. 17 askerimizin şehit edildiği bir saldırı unutulur mu? Söz konusu Türkiye olunca maalesef unutulabiliyor; çünkü her gün yeni bir gündemle sarsılıyor bu ülke...
3 Ekim 2008'de yaşanan saldırıyla ilgili daha ilk günlerden itibaren Taraf'ta Aktütün'deki ihmallerle ilgili iddialar yer almıştı. Genelkurmay Başkanlığı bu haberlerin ardından yayın yasağı koydu. Yaklaşık 6 ay sonra yine Taraf'ta, olayın yaşandığı günün anlık istihbarat görüntüleri yayınlanmıştı. Mehmet Baransu'nun haberinde, tıpkı Dağlıca Karakolu'na düzenlenen baskında olduğu gibi saldırı öncesi bazı istihbarat bilgilerinin yetkili makamlara ulaştığı söyleniyordu. Gazetenin yayınladığı belgeler şu acı gerçeği gözler önüne seriyordu: İnsansız hava araçlarının ilettiği anlık görüntüler ve İç Güvenlik Harekat Durum Raporları, Aktütün'e bir saldırı olacağını önceden bildiriyordu ve bu bilgi olaydan bir ay önce Genelkurmay'a iletilmişti. İddia ağır ama şu soru hâlâ cevapsız: İnsansız hava aracı saldırı günü sabah saatinden başlayarak görüntüleri Elektronik Sistem Komutanlığı'na ve Genelkurmay İkinci Başkanı'na naklen iletti mi? İletildiğini ortaya koyan "Ceride" raporları doğrultusunda askerî makamlarca herhangi bir soruşturma açıldı mı? Aktütün'ü basacak PKK şefinin adının bile önceden bilindiğini ve rapor edildiğini Taraf'ın haberi, resmî evraklar eşliğinde ortaya koyuyor. Bu vahim iddialara Genelkurmay tarafından makul bir cevap verilmedi...
Kamuoyu, Aktütün saldırısı ile ilgili (tıpkı diğer saldırılarda olduğu gibi) tatmin edici bir cevabı henüz alamadı. Aktütün saldırısına dair onca soru işareti devam ederken ve onca yetkili hesap vermek zorunda olduğu halde susarken, haberi yapan bir muhabire fatura çıkarılması gerçekten düşündürücü bir gelişme. Baransu'ya açılan dava gazetelerin iç sayfalarında küçük bir yer bulabildi. Oysa sorulması gereken bir gerçek var: 17 yavrumuzun hayatını kaybettiği saldırıda ihmali görülenler mi hesap vermek zorunda, o ihmali ispat edecek belgeleri yayınlayan muhabir mi?