Önce AK Parti’nin doğrularına arka çıktığı için 2007’de kendi mahallesinin baskılarıyla yazılarına ara veren ekonomi gazetecisi Osman Ulagay, 2010’da da bizzat Erdoğan’ın medyaya baskısı ile bu sefer yazmayı durdurdu.
Aslında onun köşe yazarlığı serüveni AK Parti’deki değişimi anlamamızda önemli yol haritalarından biri olabilir. Daha 2007 yılında, AK Parti’ye açtığı krediden dolayı kendi laik mahallesinde baskı görüp Milliyet’teki yazılarına ara vermek zorunda kalmış çünkü. Aradan birkaç yıl geçmiş, 2010 yılının hemen başında, bu sefer Başbakan Recep Tayyip Erdoğan medya patronlarına seslenip yazarlara ‘Kusura bakma kardeşim, bizim dükkânda sana yer yok’ demelerini istemiş. O da bu durumu eleştiren bir yazı kaleme almış ama yazısı Milliyet’teki son makalesi olmuş.
Osman Ulagay, laik kesimin akl-ı selim sahibi isimlerinden ve ekonomi basınının duayenlerinden… Dünya ve Türkiye’deki gelişmeleri iyi analiz eden bir kalem olarak biliniyor. Bu analizler ışığında kırılma anları diye nitelediği dönemlerde yazdığı kitapları ile de öne çıkmış biri o. Bu alışkanlığını 1980 yılından beri sürdürüyor. 2008 yılında, AK Parti’nin önünü kesmeye yönelik girişimleri de eleştirdiği “AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu” kitabını çıkardı. Erdoğan’ın Yeni Türkiye’sinin hikâyesini ise 2012 yılında “Türkiye Kime Kalacak?” adıyla kitaplaştırdı. Son olarak Gezi Parkı olaylarını da geçen yılın sonunda “Türkiye Eskisi Gibi Olmayacak” adıyla tarihe not düştü. Şimdi, dünyadaki yönetişim veya yönetilemezlik meselesine kafa yorarak son süreçte Türkiye’de yaşananları da bağlayacağı çalışmasına yoğunlaşmış durumda. “Erdoğan, bu süreçte Gülen Hareketi’ni de düşman olarak görmeye başladı ve onlarla bağlarını kopartarak Türkiye’de tek adam rejimini oturtma yoluna girdi. Bu yol Vladimir Putin ve (Macaristan Başbakanı) Viktor Orban’ın yoludur.” diyen, bugünlerde Dünya Gazetesi’nde yazan Osman Ulagay ile Recep Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu-AK Parti üçgeninde Türkiye’nin bugüne gelişinin hikâyesini konuştuk.
"AK PARTİ TÜRKİYE'Yİ DİP NOKTADAN DEVRALDI"
-2007’de laik çevre tepkisi yüzünden yazmaya ara veriyorsunuz. 2010’da bu sefer iktidar çevresinden ‘bu dükkânda yeriniz olmadığı’ mesajını alınca yazmıyorsunuz. Her hâlükârda dükkânda yeriniz yok! Bu nasıl bir süreç size göre?
Sorunuza cevap vermek için AK Parti’nin hangi koşullarda ortaya çıktığını hatırlamamız gerekiyor. AK Parti gerçekten bir dip noktada devraldı Türkiye’yi. Ben (Turgut) Özal’ın başbakanlıktaki son döneminden itibaren, Türkiye’nin iyi yönetilemediğini düşünüyorum. Daha sonra (Süleyman) Demirel’in yerini (Tansu) Çiller’e bırakması, Çiller’in performansı, Kürt sorunu konusundaki yaklaşımlar, ekonomideki beceriksizlikler ve peş peşe yaşanan krizler Türkiye’yi 2001’de bir dip noktasına getirmişti ve ülkede bir taze kana ihtiyaç vardı. AK Parti bu ihtiyacı iyi okuyarak kuruldu. Parti kurulurken 40 bin deneğin katılımı ile yapılmış anket doğrultusunda, toplumun ne istediğini bilen ve o beklentiyi karşılayan bir parti olarak çıktı ortaya.
"AVANTAJI ÇOK İYİ KULLANDILAR"
-Ve o dönemde pek çok kesimin desteğini de çekti.
Evet. Toplumun reaksiyonuna göre yolunu çizen ve ilerleyen bir parti konumunda idi. O sayede olumlu sonuçlar da alabildi. AK Parti’nin kendine çizdiği yolu ve niyetini göstermesi açısından, partinin lideri Erdoğan’ın 3 Kasım 2002 akşamı, ilk seçim zaferini ilan ederken Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşme hedefini göstermesi de bence çok önemli bir niyet beyanı idi. AKP’nin, daha önce (Necmettin) Erbakan’ın kurmuş olduğu partilerden farklı olduğunu gösteriyordu. Ondan sonra atılan adımlar da hep küresel piyasalarla uyumlu bir şekilde davranma ve küresel ekonomik oyunun bir parçası hâline gelme niyetini gösteriyordu. O dönemde Türkiye gibi ülkelere açılan fırsat pencerelerinden en iyi şekilde yararlanmak ve AB hedefiyle uyumlu olarak demokratikleşme yolunda adımlar atmak AKP’ye puan kazandırıyordu. Kendisine destek verebilecek çevreleri genişletme çabası içinde olmak, oy aldığı seçmenin dışında da bir meşruiyet tabanı oluşturma çabaları da olumlu etki yapıyordu. Bunlar ilk dönemde öne çıkan adımlardı. Ayrıca Irak’ın işgaline katılmaması da Türkiye’ye, Amerika dışında dünyada ve hatta Batı dünyasında prestij kazandırmıştı. AK Parti bu avantajı çok iyi kullandı, hem içeride hem dışarıda. AK Parti dış dünyada ve yabancı medyada o kadar olumlu bir izlenim yarattı ki AK Parti muhalifi kesim dünya medyasına tepki duymaya başladı.
-Siz böyle bir dönemde, 2007’de yazılarınıza ara verdiniz… Daha doğrusu vermek durumunda kaldınız!
Ben 2007’de şunu gördüm. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde AK Parti’ye karşı çıkan kesimdeki tepki maalesef o klasik ‘Atatürkçülük elden gidiyor, Çankaya’ya türbanlı kadını sokmayız’ falan türündeki bir muhalefete indirgenmişti. Bu ortamda yorum yapmak anlamsız geldi bana, ‘artık söyleyecek bir şey yok bu durumda, en iyisi bir süre yazmayayım’ noktasına geldim.
-Kendi çevrenizin baskısı ile…
Genel ortamın baskısıyla. Dolayısıyla 2007’de yazılarıma bir süre ara verdim. O dönemde yaşananları ve kırılma noktasını da AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu adlı kitabımda anlattım. 2002-2007 döneminde AK Parti iktidarı birçok olumlu gelişmeye de imza atarken maalesef bu iktidarla aynı alanda top koşturacak ve ona alternatif oluşturacak bir muhalefet gelişemedi Türkiye’de. 2007’de ortaya konan tepki, AK Parti’yi bu şekilde durdurma çabası da bunun sonucu idi. Yani AK Parti’ye alternatif oluşturacak hiçbir şey ortaya konamadığı için ‘bari bunların önünü keselim’ yoluna gidildi ve bu tercih AK Parti’nin farklı bir yola girmesinde de önemli rol oynadı. O yol değişimine girdikten sonra da başka bir süreç yaşanmaya başladı AK Parti’de. Bu arada şunu belirteyim, ben liberal demokrat kesimdeki bazı arkadaşlar gibi, bir noktadan itibaren AK Parti’ye açık destek veren kesimde hiçbir zaman olmadım. Her zaman kuşkularım vardı ama olumlu adımlarını da görmek gerektiğini düşünüyordum. 2007’ye bu şekilde gelindi. Ama 2007’den sonra AK Parti’nin, Erdoğan’ın öncelikleri de -belki hasımlarının zorlaması ile- değişmeye başladı.
-Sizin için de ilk kırılma 2007’de mi başlamış oldu o zaman?
Evet, 2007’den itibaren Türkiye’de iktidarın tek sahibi olmak birinci öncelik hâline geldi Erdoğan ve AKP için. Âdeta bir ölüm-kalım savaşı hâline dönüştü iş. AK Parti’nin kapatılması için açılan davanın da bunda önemli bir etkisi var. Ondan sonra Türkiye’yi dünyada kendine iyi bir yer yapabilecek, dünya ile uyumlu ve daha demokratik bir ülke hâline getirme iddiası ikinci plana düştü. İktidarı konsolide etme çabası çok öne çıktı. Ve o andan itibaren de kendi dışındaki her kesimi düşman kabul edip dışlama, özgürlükleri sınırlama, medyayı kısıtlama konusundaki tırmanış süreci başlamış oldu. Benim köşe yazmayı bırakma kararını verdiğim 2010’da artık medya ve tabii ki çok hedefte olan Doğan Grubu ciddi baskı altına girmeye başlamıştı. Erdoğan şubatta galiba il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada, hoşuna gitmeyen şeyler yazan gazete yazarlarını patronlara şikâyet etti, böylelerini ‘tutun kolundan atın’ falan dedi. Ben de gazete patronlarını ona cevap vermeye çağıran bir yazı yazdım. O yazıyı son anda gazeteden çıkarmak istediler. Ben de o zaman bu işe devam etmenin bir anlamı kalmadığını anladım. Ondan sonra, iktidarın tek adam yönetimine doğru gidiş sürecinde benim eşik olarak gördüğüm nokta 2010 anayasa referandumu idi. Hatırlayacaksınız o noktada Fethullah Hoca’nın çok güçlü bir desteği söz konusu olmuştu, “evet” oyu verilmesi için.
-İçerik olarak katılmıyor muydunuz o anayasa referandumuna?
Ben doğrusu “evet ama yetmez görüşüne” katılmadım. Çünkü bu referandumu da, 2007’den sonra başlayan yeni süreçte atılan adımlardan biri, iktidarın konsolidasyonu için atılmış adımlardan biri olarak gördüm. Yoksa değişikliklerin içeriğine baktığımızda olumlu şeyler de vardı. Nitekim şimdi iktidar, kendini sağlama alma çabası içine girince o zaman yapılan bazı değişikliklerden geri gitme yollarını da aramaya başladı. Anayasa referandumunda da seçmenden güçlü destek alınınca Erdoğan’ın tek adam rejimini konsolide etmek için önü iyice açıldı. Ardından da kendisine yandaş olan medyayı oluşturup geri kalanları dışlama ve çeşitli baskılarla sınırlamalar getirme çabası daha da arttı. Diğer önemli kırılma noktası, yani AK Parti’nin dünyadaki konumunu etkileyen ve imajını büyük ölçüde bozan süreç de gene 2009’da başladı. AK Parti dünyadaki gelişmeleri, bence Sayın (Ahmet) Davutoğlu’nun da etkisiyle yanlış okudu. ‘Batı’nın parlak dönemi geride kaldı, şimdi sıra bizde’ havasına girildi. ‘Batı’yı eskisi kadar ciddiye almak zorunda değiliz. Batı’nın bıraktığı boşlukta biz kendimize yeni bir oyun kurabiliriz. Türkiye bir oyun kurucu rolü üstlenebilir.’ diye düşünüldü. Ben de bu görüşe bir noktaya kadar katılıyordum. Yani Batı’nın birçok noktada eski gücünü koruyamadığı, tek belirleyici olamadığı falan doğruydu ama bundan ‘Artık Batı bitti, Batı’nın etkisi önemli değil, biz buna göre yeni bir oyun kurabiliriz’ noktasına sıçramak bana göre doğru değildi.
-Şanghay açılımları falan bunun için miydi yoksa?
Bence Davos’taki o ünlü “one minute” çıkışı da bu doğrultuda bir adımdı. Aslında Batı’dan, Avrupa’dan uzaklaşma çabasıyla tek adam rejimine yönelme çabası birlikte yürüdü. Bir kere iktidara bütünüyle sahip olma yoluna girdiğiniz, bu yolda her şeyi göze aldığınız zaman, işte o yol sizi demokrasiden uzaklaştırıyor. Herkesi yandaş ya da düşman olarak görmeye başlıyorsunuz. O çerçeve içerisinde düşmanlarınızı da bütün haklarından, onlara güç kazandıracak her şeyden yoksun bırakmak istiyorsunuz.
-Geçmişteki tecrübeler bunu gösteriyordu…
Evet. Genelde bu yola girenlerin, ki bunun Türkiye dışında da örnekleri var, bu çıkmaz yoldan geri dönmeleri kolay olmuyor. Bu süreç içinde attıkları adımlarda başarılı olduklarını düşünen liderler ister istemez bir özgüven patlaması da yaşıyor. Yani, benim her yaptığım doğrudur, dolayısıyla aynı yolda devam edersem bundan sonraki hedeflerime de varırım, noktasına geliniyor.
-Türkiye’de bu noktaya ne zaman gelindiğini düşünüyorsunuz…
2009’dan itibaren bu tavrın hem içeride hem dışarıda geliştiğini ve Erdoğan’ın davranışlarını belirlediğini düşünüyorum. Ondan sonra da kendini bundan kurtaramadığını... Mesela benim algılamama göre Gezi olayları Erdoğan için çok önemli bir fırsattı. Erdoğan, Gezi’yi farklı algılayıp farklı yaklaşsaydı eminim çok farklı bir tablo çıkabilirdi ortaya.
-Fakat tersini yaptı…
Tam tersi yapılarak kutuplaştırma siyaseti o noktadan itibaren başka boyutlara taşındı. Bu tür rejimler dünyanın bugünkü ortamında ortaya çıktı. Erdoğan’ın girdiği çizgi ve izlediği doğrultu aslında tek örnek değil. Erdoğan’ın davranış tarzı Rusya’da Putin’e benziyor, Macaristan’da da Orban’a. Şimdi burada otorite boşluğunu dolduran yeni bir yönetim modeli çıkıyor ortaya. Aslında şu anda dünyada, ekonomik ve mali krizin ötesinde bir küresel yönetişim krizi var. Bir yönetilemezlik sorunu var. Bu küresel bir sorun hâline geldi ve kimse çıkış yolunun ne olduğunu tam kestirebilmiş değil. Dolayısıyla bu doğan boşluk ve ekonomik sorunların aşılamaması Avrupa’da demokrasiyi sorgulanır hâle getirdi ve oradaki siyasetçilerin inandırıcılığı çok düştü.
-Aşırı ırkçı akımların oy alması buna bağlı bir şey mi o zaman?
Bence büyük ölçüde buna bağlı. Çünkü merkeze yakın ve sağdan sola uzanan yelpazede yer alan partilerden biri gidiyor biri geliyor ama sorunlar bir türlü çözülemiyor. Dolayısıyla başka bir şey arayışı gündeme geldi ve bu ortamda Erdoğan’ın, Putin’in ve Orban’ın uyguladığı formül ortaya çıktı. Bu formülde kendi oy tabanının desteğini her ne pahasına olursa olsun güçlü tutan lider oradan aldığı yetki ile yarı otoriter bir rejim kuruyor, Rusya’dakine belki tam otoriter de diyebiliriz. Şimdi böyle bir rejim kurduğunuz zaman bugünün dünyasında bunun birçok avantajı var. Böyle bir kitle desteğine sahip olup demokratik görünümü koruyup ama her şeye kendiniz karar verir hâle geldiğiniz zaman bunun tabii avantajları var. Oysa Amerika’da görüyorsunuz, Başkan Obama bir önlem almak istiyor, Kongre’den geçiremiyor yahut bir sürü engelle karşılaşıyor.
-Fakat vatandaş açısından ülke ne hâle geliyor…
Tabii vatandaş açısından bir sürü kısıtlama var ama buna rağmen o oy desteğini koruyabiliyor bu liderler. Tabii bunun ne kadar süreceği belli değil.
-Ahmet Altan’ın bir yazısında vurgu yaptığı, sizin de alıntıladığınız ‘Eksik demokrasi tam iktidar’ bu mu yoksa? Bunun tehlikesi ne oluyor mesela?
Ülke içinde gerilimi artırıyor, kutuplaşmaya ve enerji kaybına yol açıyor. Dünyada ise itibar kaybına neden oluyor. Türkiye’nin, hatta AKP’nin ve Erdoğan’ın bu nedenle uğradığı kayıplar giderek artıyor. Dış dünyada kendisine bir oyun alanı tanınmışken ve özellikle de Batı dünyasıyla daha uyumlu ilişkiler sürdürme imkânı varken bugün farklı konumda Türkiye. Oysa gerek yabancı sermaye çekme bakımından gerekse son BM oylamasında olduğu gibi diğer ülkelerin desteğini alma bakımından ve daha birçok bakımdan çok daha avantajlı bir konumda olabilirdi. Hatırlanacağı gibi Türkiye’nin Ortadoğu’da müthiş ayrıcalıklı bir konumu vardı, bütün taraflarla diyaloğu olan tek ülke idi. Şimdi o ayrıcalığını kaybetti, Türkiye şimdi bir risk faktörü olarak görülüyor. Eksik demokrasi-tam iktidar rejiminin ülke içindeki olumsuz etkilerine dönecek olursak burada da manzara iç karartıcı. Bugünün dünyasında artık şu çok netleşti ki gelişmek istiyorsanız insan gücünüzün kapasitesini geliştirmeniz ve sonuna kadar kullanmanız lazım. Bugünün dünyasında, bugünün ekonomisinde en önemli faktör, nitelikli insan. Türkiye örneğinde ise bu kapasitesinin yarısını dışlayarak kullanmıyorsunuz. Belki de dışlanan yüzde 50’nin nitelikleri, yandaş olan yüzde 50’den daha iyi. Onların önündeki kariyer noktalarını tıkıyorsunuz. Onları devlete almıyorsunuz. Dolayısıyla buradan da çok büyük kayıp var. Ve bu Türkiye’nin performansını olumsuz etkileyecek. Onun için bugün başarı gibi görünen politikayı uzun, hatta orta vadede sürdürmek bence zor olacak. Türkiye’nin orta gelir tuzağını kıramaması falan da bununla ilişkili bence.
-Türkiye’nin en önemli sorununu Erdoğan olarak görüyordunuz. Bu görüşünüz değişti mi?
Hayır, öyle görmeye devam ediyorum. Görüşüm değişmedi. Çünkü Erdoğan hem ülkede hem de AKP içinde çok hâkim bir figür. Yani ona rakip olmak şöyle dursun, onunla eş düzeyde tutulabilecek kimse yok. Bu kişi belki, tam aynı düzeyde olmasa bile Abdullah Gül olabilirdi. O da elimine edilmiş görünüyor şimdi. Burada şöyle bir olgu var: AK Parti içerisinde de muhakkak bizim gördüklerimizi, düşündüklerimizi görebilen, değerlendirebilen insanların olduğunu düşünüyorum ben. Ama bunu ucundan dahi söylemeye kalktığınız anda dışlanacağınız, hatta hemen hasım muamelesi göreceğiniz kesin olduğu için o insanlar bunları söyleyemiyor.
-Niye susuyorlar sizce?
Yok edilme korkusundan.
-Korku ile mi bir arada…
Evet, korku ile bir arada. O bakımdan Erdoğan’ın kişiliğinin ve onun ısrarlarının, takıntılarının tabii ki çok önemli ve belirleyici olduğunu düşünüyorum. Yani kimse bu çizginin dışına çıkamıyor. Erdoğan’ın kendisi ise –demin de söyledim– bugüne kadar başarılı sonuç aldığını düşündüğü için bu bakışını, bu yönetim tarzını değiştirmeyi düşünmüyor tabii. Hatta ısrar etmeyi, belki de daha katılaştırmayı düşünüyor.
-Medya patronlarının bugünkü Türkiye’nin oluşumuna etkisi nedir sizce? Gerekli tepkileri verebilir miydi medya?
Orada belki de 2007 yine bir kırılma noktası olmuş olabilir. Hani ‘kaosa kalkan eller’ başlığı vesaire vardı. Medyayı ya da medyanın ağırlıklı bir kesimini etkisiz hâle getirmedikçe ya da yanına çekmedikçe başının belaya gireceğini düşünmeye başladı Erdoğan. Tabii iktidar hiçbir zaman fazla eleştiriden hoşlanmaz. O yüzden bir baskı vardı ama 2007’den sonra bu netleşti. O her şeye hâkim olmak anlayışı var ya, onun içerisinde medyanın çok önemli bir unsur olduğunu görüyordu Erdoğan. Ve ona hâkim olmadığı sürece de her zaman başının belaya girebileceğini daha net düşünmeye başladı. Fakat o takındıkları tavrın diğer işleri nasıl etkileyeceğini de hesaba katmak zorundaydılar. Şunu unutmamak lazım ki –maalesef o dönemde de bu geçerli idi– medya patronlarının tek işi medya değil. Ortada hakikaten kendi ayakları üzerinde durabilen bir medya patronajı olsa idi ve o direnci gösterebilseydi sonuç farklı olabilirdi. Çünkü Sayın Erdoğan, gerçekten çok iyi bir siyaset oyuncusu ve bir gözü hep rakiplerinin üzerinde. Onları güçlü gördüğünde geri adım atabiliyor.
BU TEMPOYLA 2023 HEDEFLERİNİ TUTTURMAK MÜMKÜN DEĞİL
-Bir ekonomist gözüyle ekonominin gidişatını da değerlendirelim isterseniz.
Ekonomide Türkiye gibi ülkeler için 2002-2010 dönemi hakikaten bulunmaz bir dönemdi. Bütün bu ülkelere müthiş kaynak aktı. O ülkeler çok hızlı büyüdü, onların büyümesi birbirini destekledi. Dolayısıyla Türkiye de bundan yararlandı. Bu sayede 2008’de 10 bin doların üstünde bir fert başına gelir seviyesine geldik ama şimdi aradan 6 yıl geçti, hâlâ aynı noktadayız. Çok ciddi bir patinaj var. Şimdi Türkiye ekonomisinin yapısına baktığımız zaman temel sorunları aşamamış durumda olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin iç tasarruf/GSYH oranı çok düşük, yüzde 13-14 düzeyinde ve büyümesi büyük ölçüde dış tasarruflara bağımlı. Böyle bir ülkeyi yönetenlerin “faiz lobisi” gibi anlamsız sloganlarla küresel sermayeyi ürkütmesi ve onların gözündeki itibarını büyük ölçüde kaybetmesi olacak iş değil.
-Bugün en kırılgan 5 ülke arasında Türkiye’nin de adı geçiyor.
Çünkü hem cari açığı çok büyük hem de bu açığı kapatacak adımlar atılamıyor. Temel faktörlere baktığınız zaman Türkiye’de ciddi bir verimlilik artışı yok. Yeni teknolojilere, hani hep bahsediliyor, katma değeri daha yüksek ürünlere geçmek lafta kalıyor. Önümüzdeki dönemde dünya ekonomisinde Türkiye gibi ülkeler için yeni fırsat penceresinden, yani herkesi yükseltecek bir yeni dalgadan söz etmek de mümkün değil. Bu koşullarda Türkiye olsa olsa yüzde 3-4 büyüyebilecekmiş gibi görünüyor. Böyle bir tempoyla da 2023 hedeflerini falan tutturması mümkün değil. Ayrıca orta gelir tuzağını aşması da kolay olmayacak. Türkiye uluslararası sermaye çevrelerindeki imajını daha da bozacak adımlar atarsa, ekonominin durumu daha da kötüye gidebilir. ‘Ben rayting kuruluşlarını tanımıyorum’ gibi bir söylemle yol alamazsınız. O bakımdan ben önümüzdeki dönemi problemli görüyorum Türkiye açısından.
İKTİDAR, KENDİSİNE MUHALEFETİ HEMEN ‘DARBE’ DİYE NİTELİYOR
-Bir kırılma anı olarak gördüğünüz 2010 sonrasını “Türkiye Kime Kalacak?” kitabı ile anlattınız. Başka bir kırılma anı gördüğünüz Gezi olaylarındaki tepkiyi de “Türkiye Eskisi Gibi Olmayacak” diyerek kitaplaştırdınız. Var mı şimdi böyle bir kırılma anı? Yani yeni bir kitap üzerinde çalışıyor musunuz?
Açıkçası 17 Aralık sonrasında Türkiye hakkında bir şeyler yazabilmek için çok daha fazla olayların içinde olmak lazım, oyuncuları çok iyi tanımak lazım. Bu beni çok aşar diye düşündüm. Bir noktadan sonra doğrusu böyle bir şeyi takip etmek benim ilgi alanımın dışına çıktı. Onun için dünyadaki kaotik ortamı, değişimi ve yönetişim sorununu değerlendiren bir çalışmaya odaklandım. Oradan konuyu Türkiye’ye de bağlayacağım tabii. Bu konu gerçekten heyecan verici çünkü dünyada gerçekten çok farklı bir noktaya gelindi. Önceki dönemlerle benzeşmiyor bu. Çünkü hem küreselleşme hem de teknolojideki atılım, iletişim devrimi, dünyadaki insanların hem konumlarını hem de beklentilerini değiştirdi.
-Ne zaman bitirmeyi düşünüyorsunuz?
Herhâlde birkaç ay sürer. Dünyadaki kırılmaya odaklanacağım.
-Gezi kitabınız çıktıktan sonra 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturması geldi. Bu süreçlere nasıl bakıyorsunuz? İktidar, kendisine yapılmış bir darbe olarak görüyor bunu…
İktidar aslında çok başarılı bir halkla ilişkiler gücüne sahip. Yani halkı yönlendirme ve olaylara kendi görüş açısıyla herkesin bakmasını sağlama yönünde çok başarılı. Bu, Gezi’de de bir noktadan sonra böyle oldu. Ve kendisine muhalefet eden yahut da onun zayıf noktalarını, belki yolsuzluklarını, usulsüzlüklerini ortaya koyan herhangi bir şekildeki muhalefeti hemen “darbe” diye niteliyor. Daha önceki askerî darbelerden esinlenerek o darbe sözü çok yerleşti. Şimdi bu söz kullanılarak algı yönetimi yapılıyor. Yani iktidara karşı bir adım mı attınız, muhalif bir hareket mi yaptınız yahut da bir yolsuzluğu mu ortaya çıkardınız, hemen “darbe girişimi” diye niteleniyor. 17 ve 25 Aralık’ta ortaya konan bir tablo var. Bu tablonun deşilmesi, açıklanması, tartışılması yolu bile kapatıldı şimdi. Oraya bile gelemedik.
-Peki, Türkiye kime kalacak? Yaşanmakta olan süreçte Hizmet Hareketi faktörünün de devletten dışlanmasıyla bunun tek adam rejimini daha da pekiştireceğini söylüyorsunuz.
Galiba şu anda görünen o. “Tek adam rejimi ile nereye kadar gidilebilir?” Belki bu sorunun cevabı öbürünün de cevabı olabilir. Nereye kadar derken ben burada, muhalefet bu kadar etkisiz kalmaya devam edecek mi yoksa o da kendi içinde bir kırılma yaşayıp farklı bir noktaya mı gelecek bilmecesini çözemiyorum.
Zaman