Hayatın Akışını Değiştiren Eşsiz Olay: Velâdet-i Nebi

Hicrî Rebiu’l Evvel ayının on ikinci gecesi yani, bu yıl otuz Kasım’ı bir Aralık’a bağlayan Perşembe gecesi Efendiler Efendisi’nin dünyaya teşrif buyurdukları gece olması münasebetiyle, içinde bulunduğumuz korkunç bir fetret döneminden uyanmamıza vesile olması ve o Sonsuz Nur’dan feyizyab olabilmemiz için..
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com

O (sav) olmasaydı, kâinatta insanlıkta mânâsız olurdu. ‘O ki, o yüzden varız’ (NF) Evet, O’nun varlığı ile varlığımızı idrak ettik. O’nun sahip çıkmasıyla, mahşerde, Mahkeme-i Kübra’da kurtuluşa ereceğiz.
 Kainâtı ve gönülleri aydınlatacak, kıyâmete kadar bir daha sönmeyecek ve söndürülemeyecek sonsuz nurun sâhibi Efendiler Efendisi, insanlığın İftihar Tablosu, bütün varlıklar yüzüsuyu hürmetine yaratılan Nebîler Sultânı Hz.Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa (sav), hicrî ayların üçüncüsü olan Rebiû’l Evvel ayının on ikinci gecesi sabaha karşı dünyâya teşrif buyurdular.
 Efendimiz’in (sav)  gözünü ilk defa açtığı  o günün dünyası kapkaranlıktı;  Cenab-ı Hakk’ın peygamberlere bile anne olma şerefiyle şereflendirdiği, zâtında toplumun en kıymetli  unsuru olan varlık sebebimiz kadının, pazarlarda alınıp satıldığı, değerinin sıfırlandığı, hor ve hakir görülen bir anlayışın hâkim olduğu; aynı zamanda, kız çocuklarının bile diri diri torağa gömüldüğü  vahşet dolu bir dönem yaşanıyordu.
     O asırda insanlar, kendisine hiç bir varlıkta olmayan akıl, irâde  ve şuur verilerek, el ayak, göz kulak, dil dudak ve benzer paha biçilmez değerlerle donatılmasına,  rengi, tadı, güzelliği ayrı ayrı konserve edilmiş  nimetlerin,  bir sofra olarak önlerine  serilmiş olmasına, yaratılan varlıkların en şereflisi bulunmasına rağmen, yaratanını inkar edecek kadar mânâ âleminden uzaklaşmışlardır. 
     Bu halleriyle  o dönemin insanları, hâkimler Hâkimi  olan Allah’ı   ve onun huzurunda hesap vermeyi unutmuşlardı.  Böylece,  maddeye dalarak  dünyâya niye geldiğinin farkında olmayan,  nefislerinin esiri ve şeytanların mel’abesi (oyuncağı) olmuşlar, dünyevî çıkarları adına kabîle savaşlarıyla  birbirini yiyip bitiren, hallerine acınacak perişân topluluklar haline gelmişlerdi.
      Efendimiz’in (sav) şeref kudûm buyurduğu Hicaz bölgesiyle beraber bütün dünya,  târihin en karanlık, en korkunç ve en bunalımlı dönemi olan câhiliyye devrini yaşıyordu. Öyle bir câhiliyye dönemi ki, ahlâksızlık adına akla hayâle ne geliyorsa hepsi vardı..
     İnkâr, zulüm, içki, kumar, rüşvet, faiz, tefecilik, kan dökmek, cana kıymak, zinâ, fuhuş, sefâlet ve sefahât, gurur, kibir, yalan, iftira, tefrika, yuvaları dağıtıp  insanların mal, can ve namuslarına el koyma, aldatma, hıyânette bulunma, kadının analık duygusunu, şerefini ayaklar altına alma, edep, hayâ, utanma ve sıkılma duygularını kaybetme gibi  korkunç sefâlet ve rezillik;  toplumu, cemiyeti alabildiğine sarmış ve sarsmıştı. Bundan daha beteri de, bunları tamir edecek, aynı zamanda inkâr-ı ulûhiyeti, zulmü ortadan kaldıracak birisinin bulunmamasıydı.
       İşte böylesine ufkun karardığı, ahlâkın zâfa uğradığı bu dönemde, merhameti sonsuz Allah (cc), son bir defâ daha kıyâmete kadar sönmeyecek ve solmayacak olan, “Allah indinde (hak) din İslâm’dır” gerçeğini, kelâm-ı Ezelî ve ebedî olan Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ı tebliğ edecek ‘Hâtem-ül Enbiyâ’ ve ‘âlemlere rahmet olarak’ Efendimiz (sav)’i göndermiştir.
       Her türlü mezkûr sefâlet ve rezâletten insanlığı kurtaracak Efendiler Efendisi (sav), bunu ifâde sadedinde, ‘Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim’ buyurmuşlardır. (Muvatta) 
       Efendimiz(sav)’in hârikalarla dolu çocukluğunu, iffetiyle yaşadığı gençliğini bir makalede anlatma imkanı olmadığından dolayı onu kaynaklarına bırakıyorum.
      Nübüvvetle şereflenen  Allah Resülü’nün (sav) en önemli ve birinci vâzifesi, İslâm’ı temsil ve tebliğ gerçeğidir.  Bugün O’na (sav) ümmet olma şerefiyle müşerref olan bizlerin vazifesi de, hakikatleri muhtaç gönüllere duyurmaktır. 
     İslâm’ın temelini erkân-ı îmâniye teşkil eder.  Efendimiz (sav), kavl-i leyyinle, tatlı dil güler yüzle,  kapı kapı, panayır panayır dolaşarak  insanlara bu gerçekleri ve  hakîkatleri tebliğ edip neşrediyordu.
     Kuvvete, orduya, silaha, hançere ihtiyaç yoktu. Yoktu ama, henüz parmak sayısı kadar inanan insan ya var ya yoktu.  Buna rağmen, din ve müslüman düşmanı olanlar; tebliğe mâni olmaya çalışıyorlardı.. İnananların yollarını kesip her türlü hakâretler, zulümler, işkenceler yapıyorlardı.. Mal ve canlarına el koyarak  engel oluyorlardı.. Tıpkı bugünkü gibi.. 
      İslâmiyet büyüyor, inananlar çoğalıyordu. Resûl-ü Ekrem (sav) Hucurat suresi 10.ayette beyan edilen, “Mü’minler ancak kardeştirler”  ilahî  gerçeğini hatırlatıyor; nifak ve şikaktan, yakıp yıkıp yok etmekten mü’minleri men ediyor ve bizim vazifemiz;  ‘yakıp yıkmak değil, ıslahcı olmaktır. Kötülük yapanlara bile iyilikle mukâbelede bulunmaktır’ diyordu.
    Cenâb-ı Hak  Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’da, Al-i İmran suresi 102. Ayette, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının. O’na lâyık olduğu tâzimi gösterin ve ancak O’na teslim olan Müslüman olarak can verin.”
103.ayette de; “Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın.  Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı.
Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, tâ ki doğru yola eresiniz” buyurarak,  gönülleri telif edenin Allah olduğuna dikkatleri çekiyordu.
 Cenâb-ı Hak Enfâl suresi 62 ve 63. Ayetlerde Efendimiz’e hitâben, “Eğer birtakım hilelerle seni aldatmak isterlerse, hiç endişe etme! Allah sana yeter. O’dur ki seni yardımıyla ve bir de mü’minlerle destekledi.” 
“Müminlerin kalplerini birbirine ısındırıp bir araya getirdi. Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin bile yine de onların kalplerini birleştiremezdin, fakat Allah onları birleştirdi. Çünkü O azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir)”    buyurmuştur.
Efendimiz (sav) İslâm kardeşliğinin ilk halkasını hicretten sonra, Muhâcir ve Ensâr arasında oluşturduğu kardeşlikle, son halkasını da, Mekke fethi ile gerçekleştirmiş ve  i’rad buyurdukları Fetih Hutbesi’yle pekiştirmiştir.
Böylesine Allah’ın inâyetiyle, Allah’a ve Resûlüllah’a olan îman ve itaatleriyle bünyân-ı marsus haline gelmiş ehl-i îmânın birbirine kenetlenmiş hâli, birlik ve beraberlikleri, Şûrâ ile elde ettikleri güç ve kuvvet  düşmanları rahatsız ediyordu. 
İran’da Sâsâni, Roma’da  Bizans imparatorlukları, Mekke müşrikleri, münâfıklar ve yahudiler işbirliği yaparak; Hz.Muhammed’e (sav) ve O’na iman edenlere hakk-ı hayat tanımamak için kararlar alıyor ve saldırıyorlardı.
 Bu durum karşısında, İnsanlığın İftihar Tablosu (sav) meşrû müdafâ hakkını kullanmaya mecbur kalıyordu. Bedir, Uhud, Hendek, Yermûk ve Mûte gibi savaşlar, kuvvet dengesi olmadığı halde mecbûren yapılmış, Allah’ın inâyetiyle hep gâlip gelinmiştir. 
Allah’ın yardımıyla Efendimiz (sav) zihinlerde ve gönüllerde fütûhat gerçekleştirmiş, Hz.Hamza’yı şehit eden Vahşî (ra)’den tutunda, onun ciğerlerini dişleyen Hint(r.anha)’ya kadar, İslâm’ın baş düşmanlarından Hz.Ebu Süfyan ve onunla beraber bir çok din düşmanı insanlar, İslâm’la şereflenmişlerdir.
Elbette bunlar kolay olmamıştır. on yıl gibi kısa bir zaman diliminde rahat yüzü görmeyen, geceleri gündüzlere katarak her türlü fedâkarlıkta bulunan Allah Resûlü ve Ashabı; büyük çile ve ızdıraplar çekerek, sabır ve metânetle, ihlâs ve samîmiyetle, vahdet-i rûhiye  ve meclis-i şûra ile gönüllere girmek suretiyle elde etmişler ve kıyâmete kadar gelecek, emânetlere sahip çıkacak ümmet-i Muhammed’e örnek ve numûne olmuşlardır.
Ondört asırdan bu güne aklı başında olan bütün bir beşeriyet, o insanlığın İftihar Tablosu Efendimiz (sav)’e; ‘Sana mensubiyetle iftihar ediyoruz’ demişlerdir.
Helâket ve felâket asrı olan günümüzde, beşerin zillet ve sefâlet içinde yaşadığı, gerçeklerin alt üst olduğu, sıfatların yer değiştirdiği bu dönemde, çiçeği burnunda gençlerin, Azrâil’i (as) bekleyen pîr-i fâni ihtiyarların, henüz mükellefiyetini idrak etmemiş olan mâsum çocukların, nâmus ve iffetiyle yaşayan kadınlar, analar ve bacıların; her türlü ezâ ve cefâya, çile ve ızdırâba katlanarak, zâlim ve nifak şebekelerine teslim olmadan, elif gibi dimdik durarak, pervânelerin ışığa koştuğu gibi Hz.Muhammed (sav)’e koşmaları, dünyâda benzeri olmayan bir hâdisedir.
 Zira Efendimiz (sav) içimizde taptazedir. O’nun (sav) yakınlığını vicdanında ve ruhunda hisseden yüzbinlerce kız erkek gençler; yakaza halinde ve aynı zamanda sâdık rüyâlarla O’nu müşâhade ederek, hep O’nun sevgisiyle yanıp tutuşmakta, dünya ve âhiret mutluluğunun kazanılmasına vesîle olan Nebîler Sultânı’nın hayâtını örnek alıp, Efendimiz’in (sav) ümmetine emânet ettiği Kur’an ve Sünnet’e sahip çıkmaktadırlar.
Eğer insanlık Allah Resulü’nü (sav) gerçek mânâda tanısaydı, müslümanlar da hakkıyla O’nu idrak edip  insanlığa  tanıtabilseydi; yeryüzünde müslümanların  ciddi bir itibarı olur, dünya kamuoyunda güvenilir ve  örnek  alınan bir toplum  olurdu.
Bugün bile, ‘Allah Resûlü’nün Cennet Bahçesi olan Ravza-i Mutahhara’yı ziyâret edip gönül huzuru ve mutluluğu içinde olmayı, Cennet’in sekiz kapısı açılsa bile orayı tercih ederim’ diyen Hak dostları, Resûlüllah âşıkları vardır. Belki bu duygular hepimizin ortak duygusu olmalıdır.
O Resûl (Aleyhi Ekmelü’t tehâyâ) ki, Allah (cc) vahiy yoluyla O’nun hayatını şekillendirmiş ve yönlendirmiştir. İzdivaçları bile Cibril’in (as) getirdiği izinle gerçekleşmiştir. Her türlü ihânet şebekelerinin şerrinden ve tuzaklarından O’nu Allah korumuş, taahhüdü altına almıştır. 
Mâide suresi 67.ayette Cenâb-ı Hak; “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risâlet vazîfesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.” Buyurmaktadır.  
Dünya kamuoyunda varlığımızı ve itibarımızı koruyarak, liyâkatı olan bütün insanlığa gerçekleri hakikatleri anlatabilmek için; evvelâ, Allah Resulü’nü örnek ve model alarak onun ahlâkıyla ahlâklanmalıyız.. İtimat ve güven telkin etmeliyiz.. Böylece kendimizi sevdirerek,   sevdiklerimizi sevdirmeliyiz.
Kendilerini Allah’a ve Resûlüllah’a  adıyanlar,  O’nun  getirdiği İslam’a ve Kur’an’a gönül verenler; temsil ettikleri dâvâyı hiç bir şeye alet etmeden, herhangi bir beklenti içine girmeden, tek dertleri olan ilây-ı Kelimetullah’a hizmet eder ve neticede Allah’ın rızasını gözetirler.
Unutulmamalıdır ki, Efendimiz (sav)’in pınarından su içmeyenler yollarda susuz kalırlar.. O’nun reçetesini kullanmayanlar hiç bir hastalık ve dertlerine şifâ bulamazlar.. İçinde bulundukları sıkıntılardan da kurtulamazlar..
Râ’d suresi 28.ayette Cenâb-ı Hak, “İşte onlar iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” Buyurmaktadır.
 İradelerimiz dışı, Allah’ın en muhkem bir şekilde vücûdumuza yerleştirdiği kalbin itmînan ve huzûru; Allah’a îman ve itaat, hükmü kıyâmete kadar devam edecek, ezelî ve ebedî olan Allah kelâmı Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ın emir ve yasaklarına saygılı olmaya, Resulüllah’ın rehberliğinde İslam’ı yaşamaya   bağlıdır.                                                           



30 Kasım 2017 17:20
DİĞER HABERLER