Hilafetin Saltanata Dönüşmesi

Samanyoluhaber.com yazarı Prof. Dr. Osman Şahin'in yazısı
Hazret-i Muaviye’nin Sıffin’de, o zamanın meşru halifesi olan Hazret-i Ali’nin karşısına çıkması ve kendisinden sonra oğlu Yezid’i halife olarak ataması Ehl-i Sünnet alimlerince onun hataları olarak kabul edilmişlerdir. Oğlu Yezid daha sonra Ehl-i beyte büyük zulümler yapmış ve daha sonraki zamanlarda ismi lanetle anılan insanlardan biri haline gelmiştir.

Hz. Muaviye’nin bu işlemiş olduğu hatalarının onun sahabe olma keyfiyetine ve adalet vasfına bir zararı olmadığı da aynı Ehl-i Sünnet alimlerince genel kabul gören bir görüş olarak ifade edilmiştir ki önceki yazılarda birçok örnekleri zikredilmiştir. Bunun böyle olmasındaki en önemli faktör, Hz. Muaviye’nin bu hatalı olduğu zamanlarda niyetinin dine ve hakka hizmet olduğu ve ancak İslâm’a ve Müslümanlara bu şekilde hareket ederek faydalı olacağına tam olarak inanmış olmasıdır. Sıffin’de karşı karşıya gelen her iki tarafın da niyetleri dine hizmet etmek idi: 

“Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.” (Emirdağ Lahikası)

Daha önce Cemel ve Sıffin olayları ile ilgili içtihat meseleleri detaylı olarak ele alındığından bu yazıda Hz. Muaviye’nin yerine oğlu Yezid’i halife atamasındaki sebepler üzerinde duracağız. Daha önceki bir yazıda da ele alındığı gibi, Asr-ı Saadet’te Raşit halifeler döneminde yaşayan Müslümanların kıvamları çok yüksek olmasına binaen, "Benden sonra hilâfet otuz sene devam edecektir" Beyan-ı Nebevisinde haber verildiği gibi idare Raşit halifeler eliyle gerçekleşmiştir. Daha sonra aynı seviye korunamadığından hilafet yerini saltanata bırakmıştır:

“Asr-ı Saadet’in yaşandığı dönemlerde, yeryüzünün kimi yerlerinde memlûkiyet ve kimi yerlerinde ise esaret dönemi yaşanıyordu. Kur’an’ın ve Allah Rasûlü’nün (SAV) sahabe toplumu üzerinde gerçekleştirdikleri inkılaplar ve yaptıkları terbiye ve talim sayesinde, o güzide toplum, beşerin ancak günümüzde yeni yeni ulaşabildiği ve hala da tamamiyetine de eremediği malikiyet ve serbestiyet devrinin de ötesinde bir kıvama kavuşmuşlardır.


Dolayısıyla, bu dönemde ortaya konan idare sistemi bulunduğu zamanın çok ötesindeydi ve ne zaman ve ne de mekân olarak yeryüzü böyle bir idare sistemini kabul edip devam ettirebilecek bir yapıya sahip değildi. 


Asr-ı Saadet sonrasında hilafet yerini saltanata bırakmıştır. Çünkü, toplum çok kozmopolit bir hale gelmişti. Farklı milletler, dinler ve kültürlere mensup insanlar çoğunluktaydı. Bunların idaresinin Raşid Halifeler dönemindeki gibi olması artık mümkün olmaktan çıkmıştı. Bütün dünyada yönetimler saltanat olarak devam ediyordu. Bu realitelerin zaruri bir neticesi olarak, Emeviler döneminde hilafet saltanata dönüşmüştür.

Asr-ı Saadet hep bir prototip olarak, hedeflenen bir ideal olarak ortada duruyor olmasına rağmen, sonra gelen devletlerden hiçbirisi de Raşid Halifeler dönemine dönelim dememişlerdir. Bunun bir istisnası olarak, Ömer bin Abdülaziz Hazretleri, istişareye dayalı bir hilafet sistemini geri getirmek istemişse de buna muvaffak olamamıştır.” “Realiteler ışığı altında hadiseleri yorumlamak 1” 

Hz. Ali'ye "Halka ne oldu da Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e itaatsizlik edip ters düşmediler de sana itaatsizlik edip ters düştüler?" diye sorulunca "Çünkü Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer (Radıyallahu Anhumâ) benim gibilerinin başında idareci idiler, ben ise senin gibilerinin başında idareciyim." Şeklinde verdikleri cevapta da bu değişime dikkat çekmişlerdir.

"Ben Tebaayı, önünü alacak birinin olmadığı dağılmış koyunlar gibi bırakmaktan hoşlanmadım" (Hz. Muaviye)

İbn-i Haldun Mukaddime’sinde, oğlu Yezid’i veliaht olarak atamasının arkasındaki temel sebepler olarak, Hz. Muaviye’nin o zamanın şartlarının ancak saltanata izin verdiğine, artık Raşit halifeler dönemindeki bir idare ile devam edilemeyeceğine ve ümmetin birliğinin korunması açısından bunun zaruri olduğuna dair olan içtihatlarını ve inancını saymaktadırlar:

“Öte yandan bazıları halifenin evladını veya babasını bazıları ise sadece evladım tayin ettiği takdirde itham edilebileceğini savunmuşlarsa da bu doğru değildir. Zira halifenin makamı bu konuda suizandan uzaktır. Hele hele ortada halifeyi böyle bir tercihi yapmaya sevk eden bir sebep, örneğin bir maslahatı gözetmesi ve bir fitneden korkması söz konusu ise bu takdirde bu zan tamamen ortadan kalkar. Nitekim Hz. Muâviye’nin, oğlu Yezid'i tayin etmesinde de böyle bir durum söz konusu idi. Muaviye'nin bu fiili yapması, insanların da buna muvafakati, bu konuda başlı başına bir delildir."

Hz. Muâviye’yi, başkasını değil de oğlu Yezidi veliahd olarak tercih etmeye zorlayan maslahat, o dönemde ehli hal ve akd olan Umeyye oğullarının ittifak etmesiyle, halkın da görüşlerinin birleşip dağılmamalarının temin edilmesi düşüncesi idi. "Ehli hal ve akd olan Ümeyye oğullan" dedik. Zira o dönemde onlar Kureyşlilerin güçlüleri ve Ümmetin bütün idaresini elinde tutan ve hakim güç olan Ümeyye oğullan kendileri dışında birinin halife olmasına rıza göstermezlerdi. İşte Hz. Muâviye da halifeliğe en elverişli olduklarım düşündüğü kişiler arasında Yezid'i diğerlerine tercih etti. 

Bunu ve şeriatın nazarında daha ehemmiyetli bir şey olan ittifak ve eğilimlerin birleşmesini sağlamayı çok istediğinden fazilette önde olmayanı fazilette önde olana tercih etti. Nitekim Hz. Muâviye’nin adil ve sahabi oluşu bizi onun bu hareketini başka bir şekilde yorumlamamızı ve ona karşı kötü zanlar beslememizi engellemektedir. Binaenaleyh büyük sahabelerin hazır bulunduktan halde buna karşı çıkmamaları, Hz. Muâviye hakkında bir şüphenin olmadığına delil teşkil etmektedir.

Zira sahabeler hakkı söylemek konusunda esneklik gösterecek kimseler olmadıkları gibi Hz. Muâviye’de hakkın söylenmesine karşı ve gururlanacak biri değildi. Çünkü onların hepsi de bu gibi şeylerden pak oldukları gibi adaletleri de bunları engellemektedir… Hz. Muâviye Yezid'in böylesi fasıklık yapacağını bile bile onu "Veliahd" yapacak değildi. Onu bundan tenzih ederiz.

Hz. Muâviye'den sonra gelen Beni Ümeyye'den Abdulmelik ve Süleyman gibi, Abbâsîlerden Seffâh, El-Mansûr, El-Mehdî, Harun Reşit gibi titizlikle hakkı gözetleyip onunla amel eden halifeler de onun gibi hareket edip "Veliahd" tayin ettiler ki bunlar adaletli olduğu bilinen, Müslümanlar için iyilik düşünen kimselerdi. Ancak bunların Veliahdlık konusunda evlatlarını veya kardeşlerini tercih etmeleri ve böylece dört halifenin izinden çıkmaları yadırganamaz. Zira onların durumu dört halifenin durumundan farklı idi. Nitekim dört halifenin döneminde henüz "Saltanat" karakteri oluşmamıştı ve insanların gönlünde kötülüklere engel olan din idi. Dolayısıyla herkesin kalbinde kendisini kötülük yapmaktan engelleyen bir din düşüncesi hakimdi. Böylece dört halife döneminde dînî açıdan en fazla beğenilen kişi halifelik konusunda başkalarına tercih edilir ve onun dışında bu işe heveslenen de kalbindeki "din engeliyle" baş başa bırakılırdı. 

Onların döneminden sonra Hz. Muâviye döneminden itibaren artık asabiyyet son sınırı olan saltanat noktasına gelmiş, insanların kalbindeki "din engeli" zayıflamış ve insanların baş kaldırmasını, tefrika çıkarmasını ve kötülük yapmasını bertaraf edecek, saltanata ve asabiyyete dayalı bir engele ihtiyaç vardır. İşte böylesi bir durumda, o dönemde hakim olan asabiyyetin istemediği birine veliahtlık verilseydi, asabiyyet bunu reddedecekti, iş süratle çözülecek ve birlik yerine tefrika ve ihtilaf olacaktı.

Yine (Halife) Me'mûn, Ali bin Mûsa bin Ca'fer es-Sâdık'ı "Veliaht" olarak tayin edip ona "Er-Rızâ" ismini verince Abbasiler (şiddetle) buna karşı çıkıp ona olan biatlarını bozdular ve Amcası İbrahim bin El-Mehdi'ye beyat ettiler. O kadar kargaşa ve ihtilaf çıktı, yollar kesildi, isyancı ortaya çıktı ki, az kala iş çığırından çıkacaktı. Ta ki Me'mûn alelacele Horasan'dan Bağdat'a geldi ve yeniden onların istediği kişiyi Veliaht olarak tayin etti.

Öte yandan Ömer bin Abdulaziz El-Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekri gördüğünde "Elimde imkân olsaydı onu halife olarak tayin ederdim" diyordu. Dolayısıyla o, Muhammed'i veliaht olarak tayin etmeyi düşünseydi bunu yapacaktı. Ne var ki o, ehli hail vel-akd olan Beni Umeyye'den daha önce belirttiğimiz sebeplerden dolayı korkuyor ve bölünme olmasın diye halifelik işini onlardan başka bir yöne çeviremiyordu.”

İmamül-Haremeyn’de (CÜVEYNÎ) bazı şartlar söz konusu olduğunda daha faziletliler olduğu halde daha az faziletli olanların tercih edilebileceğini ifade etmektedirler:
"İhtilafa maruz olmayan nokta şudur ki, faziletli olana halifelik akdi çok zor olursa ve Müslümanların maslahatı fazilette önde olmayanı tercih etmeyi gerektiriyorsa, örneğin halk onun sözünü dinliyorsa, güç ve kuvvet sahipleri ona meylediyorsa, aksi durumda yani faziletlinin tercih edilmesi durumunda fitneler baş gösterip, sıkıntılar çıkar, güç kaybedilir ve ordu darmadağınık olacaksa, hülasa siyasi ve idari olarak, fazilette önde olmayanın tercih edilmesi gerekiyorsa mutlaka tercih edilir.” (Gıyâsu'l-Ümem)

Bütün bu realiteler beşerin geçirdiği bu devreler hesaba katılmadan geçmiş hakkındaki yapılan değerlendirmeler eksik olacaktır:  “30 sene hilâfet olacak" demek, Hakikat-ı Ahmediye, 30 sene temsil edilecek ve Kur'ân özüyle, arızasız olarak 30 sene yaşanacak anlamındaydı. Eskilerin ifadesiyle, kurt koyunla 30 sene beraber dolaşacaktı. Ondan sonra ne olacaktı? Ondan sonra Efendimiz'in ifadeleri çerçevesinde, "Melikler zuhur edecek." Bunlar, Allah Resûlü'nün (SAV) halifeleri seviyesinde âdil olmayacak/olamayacaklardı. 

Ne var ki, Emevi meliklerinin içinde dahi zalimlerin ve çok hata yapanlarının yanında Ömer b. Abdülaziz gibi adalette Hz. Ömer'e ulaşacak kadar âdil idareciler de olmuştu. Ancak bunlar meliklerdi. Abbasiler, hilâfeti temsil etmiş, İslâmiyet için güzel şeyler yapmış fakat ilklerin seviyesinde bir idare ve bir temsil durumu ortaya koyamamışlardı. Bunun gibi, Osmanlılar da hilâfeti maddî-mânevî her yönüyle alıyor ve kendi imkânları nispetinde temsil ediyorlardı ama bazılarının eksiklerinin olduğu da bir gerçektir…” “İslâm Her Devirde Yaşanmıştır”

27 Mayıs 2023 19:10
DİĞER HABERLER