Samanyoluhaber.com yazarlarından Numaz Yılmaz Yiğit yeni köşe yazısını 'Rehberler nerede -1' başlığıyla kaleme aldı.
Üzülerek ifade etmek gerekirse güzel ülkemizde pek çok şey yolunda gitmiyor. Bunu görmek için çok özel bir çabaya gerek yok. Bütün sayısal ve sosyal veriler, ülke ve toplumun hem maddi hem de mânevî-moral değerler açısından bir çöküşe doğru gittiğini haykırıyor. Bu tespit bazılarına ümitsizlik saçıyor gibi gelse de birincisi, bunu bilmeyen kaldı mı ki; ikincisi de mevcut durumu rapor etmek ve sonra yapılması gerekenleri konuşabilmek için bunu ifade etmekten başka çare yok. Kaldı ki kalıcı ümitsizliğe gerek yok; ölümden başka her şeyin bir çaresi vardır. Yeter ki samimi olunsun, gayretin ve azmin elinden ne kaçabilir ki...
Ülkenin ekonomik ve sosyal alandaki problemlerinin hangi boyutlara ulaştığı konusunu o alanın tarafsız uzmanlarına bırakacak olursak, asıl üzerinde durulması gereken konu yüzbinlerce insanın maruz kaldığı hukuksuzluk ve zulümdür. İnanmış insanlar olarak asıl bizi üzen konu da işte budur. Yani İslam’ın adaletini temsil etmesi gereken “siyasal İslam” savunucusu bir iktidarın, Emevî zulmüne denk, hatta sayısal boyutta onu da aşan bir zulme ve haksızlığa imza atmalarıdır. Bir tarafta devam eden zulüm, diğer tarafta ise yine inanmış insanları kahreden sessizlik, “aldanmıştık” itirafındaki gecikme, menfi partizanlık ve bu zulme ses çıkarılmaması… Yetkili ve etkili kişi veya kurumların bu suçları işleyenlere rehberlik yapmamaları/yapamamaları… Gün geçmiyor ki sosyal medyada insanın içini burkan bir haber yer almasın: Ya hamile bir kadının tutuklanması, ya yaşlı-hasta bir mahkûmun hâlâ cezaevinde tutulması, ya tahliyesi geldiği hâlde bir mahkûmun salıverilmemesi, başörtülü kadınların hapishanelere tıkılması, yüzlerce bebeğin anneleriyle birlikte cezaevlerinde kalmak zorunda bırakılması, anne-babası tutuklanan çocukların yakınlarının yanında perişan hâllerini anlatan haberler… Bunlar karşısında vicdanı olan herkes ürpermektir.
“İslamcı” bir siyasetten ne beklenir?
Buna sebep olan, bunu yapan bir iktidar. Hem de “İslamcı” olduğunu iddia eden bir iktidar. İslamcı bir iktidarın icraatlarını Allah korkusu, hak-hukuk, adalet, merhamet, vicdan ve insana saygı ile yürütmesi beklenir. Hani hep şöyle anlatılır: Bir devlet başkanı vardır; sağında Kur’an ve sünneti-şeriatı bilen âlimler, solunda hak ve hukuku gözeten kadılar-hâkimler, bir yanında daima iyiliği ve hayrı tavsiye edebilen hayırlı yardımcılar konumunda bürokratlar, diğer yanında ilim ve hikmet ehli ilim-bilim adamları, karşısında ise her alanda uzman bilirkişilerden müteşekkil ekonomistler vs… Hepsi devlet başkanının etrafında bir halka oluşturmuş; o da tıpkı bir kutup yıldızı gibi onların ortasında, istişareyle danışa danışa milletin işlerini görüyor. Herhangi bir hata veya yanlış yaptığı zaman, daha o hataya düşmeden evvel bu heyetteki dirayetli kişi veya kurumlar onu usulünce uyarıyor; böylelikle hem adaleti, hem halkı, hem de devlet başkanının halk nezdindeki itibarını korumuş oluyorlardı.
Ortada mutlak, otoriter bir monarşi olmuş olsa da geçmişte hiç kimse –padişah dâhil– kararlarında kendi keyfine terk edilmiyordu. Zira her fani için Montesquieu’nün şu sözleri geçerlidir: “Gücü eline alan herkes, onu kötüye kullanmaya meyillidir.” Eğer bu kişi –peygamber değilse– bir güç zehirlenmesi yaşayabilir. Tarihin en parlak dönemlerinde en başarılı devlet adamlarının yanında hayırlı, hakperest yardımcıları olduğu müşahede edilmektedir. O yardımcıların devlet adamlarına her alanda rehberlik-danışmanlık yaptıkları, böylece onları başarıdan başarıya taşıdıkları malumdur.
Geçmişte bir kral, bir imparator, bir diktatör, bir sultan, bir hükümdar ne kadar zalim ve egosantrik olursa olsun, onlara söz söyleyebilen birkaç kişi veya bir kurum olurdu. Bunun örneklerini hem Batı’da hem İslam coğrafyasında görmek mümkündür. Aslında işletilebilse, demokrasi sistemi içinde –Batı’da kısmen işletildiği gibi– “güçler ayrılığı” prensibi ile her kurum, sınırlarını aşan her devlet başkanına bu hayırhahlığı-rehberliği yapabilir. Anayasa ve hukukun temsilcisi hâkimler bunun için vardır, bunun için var olmalıdır. Tarihte Batı’da zulmün en koyu anlarında bile hakikati bizzat zalimin yüzüne söyleyebilen cesur insanlar çıkmış, sözleriyle çağların akışını değiştirmiştir. Batı’da tarihte ilk kez bir kralın yetkilerinin hukuk ile sınırlandırıldığı belge olarak bilinen 1215 Magna Carta’yı Kral John’a zorla imzalatan baronlar ve Başpiskopos Langton idi (J.C. Holt, Magna Carta); bununla mutlak iktidarı hukuka bağlamayı başarmışlardı. Hukuka karşı şahsının kayrılmasını isteyen krallara bile cesurca direnen insanlar çıkmıştır. Kral VIII. Henry, kendi boşanmasını meşrulaştırması için Thomas More’dan onay istediğinde, More bunu yapmamış ve “Vicdanıma aykırı davranamam” demiştir.
Bizim dünyamızda da böyle şahsiyetler olmuştur. Hem gerçek halifeler hem devlet adamları hukuka uymuş, uymadıklarında da uyarılmışlardır.
Hukuk adamlarının rehberliği
Hz. Ömer, Kûfe’ye geldiğinde şehirde bir mülk/borç meselesi yüzünden bir adamla ihtilâf yaşamıştır. Adam meseleyi kadıya taşımış, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî (o dönem Kûfe valisi) de halifeyi alıp Kadı Şureyh’in huzuruna götürmüştür. Kadı Şureyh, halife olsa bile delil isteyince Hz. Ömer kabul etmiş ve aleyhine hüküm verilince de rıza göstermiştir. Kadının bu tavrını takdir eden Hz. Ömer, “Doğru hükmettin; doğruluk işte böyle olur” buyurarak verilen hükümden rahatsız olmak bir yana, hatta memnun olmuştur (Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, c. 6, s. 122). Şimdikilerde böyle bir şeyi düşünebilir misiniz? Yığın yığın gözle görülür suç-günah delilleri elâlemin eline düşmüş, ortaya saçılmış olmasına rağmen hiçbir utanma-sıkılma emaresi gören var mı?
Hz. Ali de bir gün zırhını kaybetmişti. Onu bir Yahudinin yanında buldu ve dava etmek için Kadı Şureyh’e başvurdu. Şureyh, “Delilin var mı ey müminlerin emiri?” dedi. Hz. Ali: “Hayır, delilim yok.” Bunun üzerine kadı zırhı Yahudiye verdi. Yahudi dedi ki: “Bu hüküm peygamberlerin hükmüdür! Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed O’nun resulüdür. Zırh senindir ey Ali” (İbn Sa‘d, Tabakat, c. 3, s. 338). İşte gerçek bir halife tavrı ve neticesi.
Selahaddin-i Eyyûbî bir gün çarşıya girmişti. Atı, Ermeni bir adama çarptı ve adam zarar gördüğünü ileri sürerek Selahaddin’i şikâyet etti. Selahaddin hemen şöyle dedi: “Beni kadıya götürün; bizim hakkımızda hükmetsin. Benim lehime de aleyhime de hükmetse kabul ederim.” Bunu işiten Ermeni adam şöyle dedi: “Böyle bir kral hakkında dava açılmaz” ve şikâyetinden vazgeçti (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, c. 10, s. 149). Acaba şimdikiler gerçek bir mahkeme karşısında buna cesaret edebilirler mi?
Meşhurdur: Fatih Sultan Mehmet bir Rum mimar ile davalık olduğunda Kadı Hızır Çelebi ona “Padişah da olsa mahkeme önünde herkes eşittir” demiş ve Fatih’i ayakta bekletmiştir (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi). Bugünkü idarecilerden bu parlak örnekleri ders alan bir yönetici göstermek mümkün mü? Lâfa gelince “Dünya Lideri, Fatih vs.” fakat icraata gelince haydutluk ruhu hortlamakta.
Bir sonraki yazımızda, insanlığa rehberlik eden zirve şahısların vasıflarını anlatmaya devam edeceğiz.